20 Ocak 2008 Pazar

HÜMÂ, ANKA VE SİMURG

Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi l, İstanbul 2002, 185-208.

Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları:
H. DilekBATÎSLAM
Yard. Doç. Dr., Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü.



ÖZET
Divan şiirinin kaynakları arasında mitoloji önemli bir yere sahiptir. Ancak divan
si iri-mitoloji ilişkisi konusundaki çatışmalar sınırlıdır. Divan şiirinde kullanılan
mitolojik öğelerin neler olduğu ve bu öğelerin divan şiirindeki yerini belirleyen
çalışmalara İhtiyaç vardır. Bu tür çalışmalar divan şiirinin daha iyi anlaşılmasına
katkıda bulunacaktır.
Yazımızda divan şüri-mitoloji ilişkisiyle İlgili olarak divan şiirinde sözü edilen İiç
mitolojik kuş üzerinde duracağız. Divan şiirinin mitolojik kuşları Hiimâ, Anka ve
Simıırg'ıın divan şiirinde hangi özellikleriyle, ne sıklıkta ve nasıl ele alındıkları
taranan değişik yüzyıllara ait on beş divandan seçilen örnek beyitler aracılığıyla
verilmeye çalışıldı.

Anahtar Kelimeler Hümâ, Anka, Simıtrg, Divan şiiri, mitoloji, kuşlar.
Divan şiirinin mitolojik kuşlarından üçünü ve bunların divan şiirindeki
kullanım özelliklerini ve sıklığını incelemeye yönelik bu çalışmada,
çeşitli kaynaklarda verilen bilgilerden yola çıkarak Hümâ, Anka ve
Simurg'u kısaca tanıttıktan sonra taradığımız Şeyhî, Ahmet Paşa, Necatı,
Cem Sultan, Mesîhî, Usûlî, Fuzûlî, Hayalî, Bakî, Nefî, Nedim, Nailî,
Nâbî, Şeyh Galip divanlarından seçtiğimiz örnek beyitler aracılığıyla divan
şiirinde Hümâ, Anka ve Simurg'un hangi özellikleriyle, nasıl ele alındığını
tespit etmeye çalışacağız. Ayrıca bu kuşlarla ilgili çeşitli tamlama ve
ifadelerin kullanım sıklığını vereceğiz.
Divan şiiri, beslendiği kaynaklar açısından zengin bir şiirdir. Gelenek,
günlük hayat, din, masal, destan, efsane ve menkıbeler, mitoloji vb.
divan şiirinin kaynakları ve kullandığı malzemeler arasında yer almaktadır.
Divan şiirinin tam olarak değerlendirilebilmesi için divan şiirinin
beslendiği kaynaklar, yararlandığı malzemeler tespit edilerek incelenmesi
gerekir. Divan şiiri mazmun, motif, imaj ve sembollerin sıklıkla
kullanıldığı bir şiirdir. Şairin yeteneğinin, geleneğe ait bilgi ve kültür
birikiminin ürünüdür. Şair için, yetenek kadar geleneği bilmek ve belirli
bir kültürel donanıma sahip olmak da önemlidir.
Evreni, evren karşısında insanı anlama ve açıklama ihtiyacından doğan,
bilinç ve bilinçaltının ürünü olan mitolojiyle edebiyat ve sanat eserleri
arasında sıkı bir ilişki vardır. Edebiyat eserlerinde yazar ve şairlerin hayal
gücünü besleyen, olağanüstü olayları anlatan, zengin içerikli mitolojik öğeler
roman, hikâye vb. edebî türler, özellikle de şiir için vazgeçilmez
malzemelerdendir. Mitolojik unsurlar hem dünya edebiyatında hem de
bizim edebiyatımızda çeşitli türdeki edebiyat ve sanat eserlerinde en çok
yararlanılan öğeler arasındadır. Bu gerçek bilinmekle birlikte Türk mitolojisiyle
ya da mitolojinin edebiyatımızdaki yeriyle ilgili çalışmalar henüz
yeterli düzeyde değildir.
Divan şiirini araştıranlar divan şiirinin kaynaklan arasında mitolojinin
de bulunduğu konusunda fikir birliği içindedirler. Ancak bu mitolojinin
nereden, ne kadar ve nasıl alındığı konusundaki görüşler bazı yönlerden
çeşitlilik gösterir. Bu görüşlere göre Divan şiiri mitolojik öğelerini daha
çok Fars kültürünün yarı tarihî ve İslâmlaşmış mitolo j isiyle Şehname'den,
Arap kültürü ve mitolojisinden almıştır. Çeşitli kaynaklarda verilen
bilgilerden yola çıkarak şiir-mitoloji ilişkisi divan şiiri açısından değerlendirildiğinde;
divan şiirinin dünyası içinde mitolojinin önemli bir
yer tuttuğu, divan şiirindeki mitolojinin Arap, İran ve İslâm mitolojisinin bir
karışımı olduğu görüşünün ön plâna çıktığı görülmektedir. Ancak,
ağırlığın İran mitolojisi yönünde olduğuna da dikkat çekilmektedir.
Çoğunun kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte divan şiirinde sözü
edilen kişi, hayvan, mekân, zaman, bitki, nesne vb. pek çok varlığın mitolojik
arka plânı bulunmaktadır. Hümâ, Anka ve Simurg da diğer mitolojik
öğeler gibi bizi masal dünyasına götüren, zengin inanç, efsane ve anlatımlarla
karşımıza çıkan mitolojik, efsanevî kuşlardır. Ayrıca Hümâ, Anka ve
Simurg'la ilgili benzetmeler, mazmun ve motifler divan şairlerinin hemen
hepsinin kullandığı ortak şiir malzemelerindendir. Bu incelememizle
Hümâ, Anka ve Simurg'dan yola çıkarak divan şüri-mitoloji ilişkisi ile
ilgili çalışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyoruz.



H ü m â
Farsça olan Hümâ kelimesi devlet kuşu, saadet ve kutluluk anlamlarına
gelir. Arapçası "Bulah"dır. Bazı Türk lehçelerinde Kumay, Umay
şeklinde kullanılan Hümâ, Farsçada Hümâ ve Hümây, Anadolu Türkçesinde
ise Hümâ ya da Hümâ biçiminde kullanılır.
Devlet kuşu, cennet kuşu, talih kuşu adlarıyla bilinen Hümâ'nın
özellikleri, yaşadığı yer ve Hümâ ile ilgili inançlar çeşitlilik göstermektedir.
Bazı ortak özellikleri dolayısıyla Anka, Simurg, Garuda, Kaknus ve
Phoenix gibi diğer efsanevî kuşlarla karıştırılan Hümâ'nın sürekli karlarla
örtülü bir ülkede, Çin Cezayiri'nde, Hint Okyanusu adalarında, Kaf Dağı'nda,
Hindistan'da, Deşt-i Kıpçak'ta, Bahr-ı Muhitde, Hıta-Hoten bölgesinde
yaşadığı yolunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır.
Hümâ'ya devlet kuşu denilmesi ile hümâyun kelimesinin hükümdar,
padişah anlamlarını kazanması Hümâ'nın gölgesi ilgili inançlardan kaynaklanır.
Halk inançlarına göre eskiden bir hükümdar ölünce halk bir
meydanda toplanır, Hümâ kimin başına konarsa o kişi hükümdar seçilirmiş.
Hümâ kuşunun uçarken üzerinden geçtiği ya da gölgesinin düştüğü
kişinin taç giyeceğine ya da yüksek bir makama ulaşacağına inanılmasının
nedeni de budur. Günümüzde kullanılan talih kuşu, devlet kuşu deyimleriyle,
insanın başına ya da üstüne kuş pislemesinin hayra yorulması Hümâ'nın zenginlik ve mutluluk getirici olması inancıyla ilgilidir. Bu
inanç ve deyimler Hümâ ile ilgili inançların günümüzdeki uzantılarıdır.
Hümâ ile ilgili inançlar arasında, Hümâ'yı bilerek öldüren kişinin kırk
gün içinde öleceği inancı da birçok kaynakta zikredilen yaygın bir inançtır.
Hümâ'nın canlısının asla yakalanamayacağına inanılır. Hümâ'nın eski Türk inancındaki Tanrı Umay'la olan benzerliği ve Çepni boyunun sembolünün
Hümâ kuşu olduğu da kaynaklarda belirtilir.
Edebiyatımızda Hümâ'dan ve diğer kimi kuşlardan söz eden çeşitli
eserler bulunmaktadır. Bunlar arasında İran ve Türk edebiyatlarındaki
klâsik mesnevi konularından biri olan Hümâ vü Hümâyun mesnevileri
başta gelir . Ortadoğu İslâm edebiyatlarında sık karşılaşılan kuşlar arasındaki
konuşmalara dayalı alegorik eserlerin hemen hepsinde Hümâ ile ilgili
bölümler bulunmaktadır. XII. yüzyılda Gazâlî'nin yazdığı Risaletü't-tayr
adlı eser başta olmak üzere, bu eserden yararlanılarak büyük İran şair ve
mutasavvıfı Feridüddin Attar'ın yazdığı Mantıku't-tayr'da ve Attar'm eserine
nazire olarak Ali Şîr Nevâyî'nin yazdığı Lisanü't-tayr'da sembolik
kuşlar arasında Hümâ'nın adı sık sık geçmektedir .
Divan şiirinde mitolojik kuşlar içinde özellikleri nedeniyle en çok
sözü edilen Hümâ'dır. Hümâ ve onun çeşitli özellikleriyle ilgili benzetmelerin
sık kullanıldığı beyitlere aşağıdaki örnekleri verebiliriz:
Sâye-i zülfün Hümâsm salma ağyar üstüne
Bir siyeh-rûdur anun bahtın hümâyûn eyleme
(Ahmet Paşa D., G. 276, b. 2, s. 251)13
"Zülfünün gölgesinin Hümâ'sını ağyar üstüne salma. Bir kara yüzlüdür
onun bahtını hümâyûn etme; hükümdar, taht sahibi yapma" diyen
şair, sevgilinin zülfünün, Hümâ gölgesi gibi olan gölgesini rakibin, ağyarın
üstüne salmasını; böylece kara yüzlü ağyarın bahtının açılmasını ve
rakibin, sevgilinin gönül ülkesinin sultanı olmasını istemez. Sevgilinin
zülfünün gölgesini Hümâ'ya benzetir. Hümâ'ya benzeyen bu gölge rakibin
üzerine düştüğünde onun bahtı açılacaktır. Şair bu beyitte Hümâ'nın gölgesi
üstüne düşen kişinin şanslı, talihli olacağı inancına telmih yapar. Sevgilinin
saçının gölgesini Hümâ gölgesi gibi şans getirici olarak görür.



"Elif ki harfler topluluğunun başta gelenidir. Mutluluk Hümâsı'nın
kanadı başındaki meddir" diyerek şair, elif harfi üzerindeki med işaretini
Hümâ kanadına benzetir. Saadet Hümâsı'nın kanadı nitelemesiyle
Hümâ'nın mutluluk getirici olma özelliğini hatırlatır. Şair (âşık) elif harfi,
bu harfin üzerindeki med işareti de Hümâ kanadı gibi mutluluk getiren
sevgilidir.

Mitolojik kökenli bir kuş olan Hümâ'nın en önemli özelliği devlet kuşu, talih kuşu olmasıdır.
Bu nedenle daha çok mutluluk, şans ve güç sembolü olarak kullanılmıştır.
Şairler mutluluğu, şansı, ulaşılması zor hedefleri, idealleri ifade etmek için
Hümâ ile ilgili benzetmelerden yararlanmışlardır. Divan şiirinde de sıralanan
özellikleriyle sıkça söz konusu edilmiştir. Hümâ, havada çok yüksekten
uçması, elde edilemeyişi, tuzağa düşmemesi, gölgesinin insanlara
şans getirmesi, kemikle beslenmesi, diğer kuşlardan üstün olması gibi
özellikleri ve bunlarla ilgili inançlar, efsaneler, rivayetler dolayısıyla divan
şairinin şiirinde zengin bir hayal ve benzetme dünyası içinde karşımıza
çıkar. Özellikle divan şairi övgülerinde yer verdiği kişileri sevgili, padişah
ya da veziri, fahriye yaptığı durumlarda da kendisini Hümâ'ya benzetir.
Şair kendisini överken şairlik yeteneğinin çeşitli özelliklerini ulaşılmazlık,
olağanüstülük bakımından Hümâ'ya benzetir. Şairin hayali Hümâ avlayan
şahin olur. Şair için kimi zaman mana da Hümâ'dır. Bazen de şair şiir
Hümâ'sını avlamaya çalışır. Kendisinin ya da övgüsünü yaptığı diğer kişilerin
Hümâ gibi olağanüstü özelliklere sahip olduğunu söyler. Padişahı
överken şair, padişahın Hümâ gölgesi gibi insanlara şans, uğur ve mutluluk
getirici olduğunu anlatır. Hümâ'nın kanadı padişahın eşiğinin süpürgesi
olur. Sevgili, Hümâ'ya benzetildiği zaman hangi âşığına iltifat etse
onun başına devlet kuşu konmuş ve o kimsenin şansı açılmış olur. Sevgilinin
güzelliği Hümâ gibi ulaşılması zor bir güzelliktir. Sevgili, âşığa gölgesi
düşmeyen Hümâ'dır. Sevgilinin zülfü ulaşılmazlık açısından; zülfünün
gölgesi ise uğur getirici olması açısından Hümâ'ya benzetilir. Sevgili,
Hümâ olduğu zaman âşık için avlanması çok zordur. Çünkü Hümâ gibi
yüksekten uçmaktadır.

A n k a
Anka kelimesi İbranice anak kelimesinden türemiştir. Anak, isim olarak
gerdanlık, uzun boyunlu dev anlamlarına, fiil olarak ise gerdanlık
takmak, boğmak, boğazı sıkmak anlamlarına gelir . Anka; uzun boyunlu,
ismi olup cismi olmayan büyük bir kuştur. Simurg, Zümrüdüanka adlarıyla
da bilinir. Cennet kuşuna benzer yeşil bir kuş olduğu için bu ad verilmiştir.
Bu adların dışında Anka, Semender, Devlet Kuşu, Phoenix,Tuğrul, Hümâ adlarıyla da bilinir. Bulunduğu yerdeki kuşları avlayarak
batıya doğru uçtuğundan Anka-yı muġrib de denir.İslâm tasavvuf ve edebiyatlarında Anka'ya verilen, bazı kaynaklarda "yutucu, yok edici"
şeklinde de yorumlanan muğrib "gurub eden, uzaklaşan, gözden kaybolan"
sıfatı bu efsanevî kuşun gözle görülmeyişiyle ilgilidir. Çok yüksekten
uçtuğu yolundaki inanç da bundan kaynaklanmaktadır. Bu özellikleriyle
Anka'nın dünyanın en iri, en yüksekten uçan ve havada en fazla kalabilen
(200 gün) kuşu "albatros" arasında bir benzerlik aramak mümkündür.
Anka Hint mitolojisindeki Garuda gibi "kuşlar padişahı"dır. Bazı efsanelerde
de yine onun gibi Kaf dağından başka denizin ortasında ulu bir ağacın
tepesinde de oturur.
Yüzü insan yüzüne benzer, boynu uzun, tüyleri renk renktir. Kendisinde
her hayvandan bir alâmet bulunduğu ya da vücudunda otuz kuşun
renk ve alâmeti olduğu, bu nedenle İranlıların Anka'ya Sirenk, Simurg
dedikleri söylenir. Kırmızı ve altın renkli, uzun tüylü, güzel sesli ve
erkektir. Bir rivayete göre dişidir. Tanrı sonra buna bir erkek yaratmıştır.
Musa peygamber zamanında meydana gelen bu kuş, çoğalıp Necid ve Hicaz
taraflarına yayılmıştır. Mısırlıların efsane olarak anlattıklarına göre
Anka, kartal büyüklüğünde bir hayvan olup boynunun tüyleri altın gibi
sarı ve kuyruğu beyaz ile karışık pembe renkli ve güzel gözlüdür. Gözle
görülmeyecek kadar yüksekte uçan ve Kaf dağının tepesinde yatan Anka'-
nın ölümü ve doğumuyla ilgili çeşitli rivayetler vardır.
İran destanlarında Simurg adıyla anılan Anka, Firdevsî'nin Şehnâme1-
sinde Zâl'i yetiştiren ve oğlu Rüstem'e yardım eden kuş olarak bilinir.
Ayrıca İran mitolojisinde Anka, Rüstem'in cerrahı, babası Zâl'in dadısı
olarak da anlatılır.
İslâm mitolojisinde ise, Anka kuşların padişahı olarak anılır. Hz.
Musa zamanında yaratılmış, Hicaz'a gitmiş, Hz. Süleyman'ın meclisince
bulunmuştur. Kısas-ı Enbiya'nın Hz. Süleyman'la ilgili bölümünde de
"Anka Kuşunun Öyküsü" adlı bir öykü yer almakta olup bu öyküde Anka ile Hz. Süleyman arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Ayrıca rivayetlere
göre Anka Hz. Zülkarneyn ile Kaf dağında görüşmüştür. Hz. Muhammet'-
ten önce bir peygamberin bedduasıyla yok olmuştur.
Arapça'da Anka, Farsça'da Simurg adı verilen; Türkçe'de ise, bu iki isimle ya da bu iki ismin birleşmesinden meydana gelen Zümrüdüanka
(Simurg u Anka) adıyla anılan, İslâm tasavvuf ve sanatında da önemli yer
tutan efsanevî kuş, benzer nitelikteki başka kuşlarla karıştırılmıştır. Ön
Asya efsanelerinde Anka pek çok kaynakta birlikte ele alındığı Batıdaki
eski Mısır kökenli Phoenix ve İslamî çevrelerdeki Hümâ devlet kuşundan
tamamen, Hint mitolojisindeki çift başlı kartaldan ise kısmen farklı özelliklere
sahip tasvir edilir. Boynunun çok uzun olduğuna ve boynunda beyaz
tüylerden bir halka taşıdığına inanılan Anka ile Anadolu Selçuklu
sanatında bazı çift başlı kartal tasvirlerinin boynunda bir halka bulunması
nedeniyle bu iki efsanevî kuşun birleştirildiği ve çift başlı kartalın Anka
sayıldığı söylenir. Araplar arasında Anka hikâyesi semender ile karıştırılmış,
semender de bazen kuş olarak tasvir edilmiştir.
Çeşitli efsanelere göre Anka, insanlar gibi düşünür ve konuşur. Çok
geniş bilgi ve hünerlere sahiptir, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara
akıl hocalığı yapar. Tüyleriyle sıvazlayıp yaraları iyi eder. Kaf
dağını aşabilmek ve göğe yükselebilmek için Anka'ya binmek gerekir.
Nitekim Zülkarneyn de Anka'yla göğe çıkıp yıldızlara ulaşmıştır. Çeşitli
dinsel, büyüsel etkileri olduğuna inanılan Anka ile ilgili inançlar, kaynağını
eski Mısır inançlarından almakla birlikte, Çin'den İran mitolojisine ve
Müslümanlıktan Hristiyanlığa kadar geniş bir inanç alanına yayılmıştır.
Hristiyanlar Phoenix adını verdikleri bu kuş mitinin yorumunu yaparak
onu öldükten sonra yeniden dirilmenin simgesi yaparlar. Çinliler ise Anka'yı
raks ve müziğin mucidi olarak kabul ederler. Yahudi inançlarına göre
ise Anka, çocukları kapıp boğduğu için peygamber Hz. Musa'nın bedduasıyla
yok edilmiş ve soyu kurutulmuştur. O günden beri yeryüzünde
görünmez. Bir efsaneye göre beş yüz yıl yaşar. Dünyada her dönemde
yalnız bir tane Anka kuşu olduğuna inanılır.
Anka'nın ünlü Arap masallarından Bin Bir Gece Masalları'nda da
sözü edilmiş, Anka ortaçağ Arap ve Fars bilim kitaplarına da girmiştir.Yüzyıllarca yaşadığına ve hep yüksekten uçtuğuna inanılan Anka, divan
şiirinin dışında halk hikâyelerinde, halk edebiyatının çeşitli ürünlerinde
ve çağdaş edebiyatımızın değişik edebî türlerinde de çeşitli özellikleriyle
karşımıza çıkar. Halk hikayelerinde ve masallarda da önemli bir yer tutan
Anka, masallarda daha çok Kaf dağı ile birlikte anılır. Masal ve hikâye
kahramanlarına yardım eder, onları kimi zaman zor durumlardan kurtarır,
kanatlarında çok uzun seyahatlere ya da uzak diyarlara götüren yardımcı
kuş rolünü oynar. Bazı masallarda da Anka, Keloğlan'ın koruyucusudur.
Tasavvufta da Anka değişik anlamlarda kullanılmış, efsanevî özelliklerinden yararlanılarak bazı tasavvufî görüşlerin anlatılmasında sembol görevi üstlenmiştir.
İlk sufîlerde rastlanmayan Anka adı Ruzbihân-ı Bakli gibi şair ve âşık mutasavvıflarca teşbih ve temsil unsuru olarak kullanılmıştır.
Anka kavramının tasavvufa iyice yerleşmesinde Attar'ın
Mantıku't-tayr adlı eserinde bu kuşu ayrıntılı bir şekilde ele alması etkili
olmuştur. Dünya edebiyatında ve bizim edebiyatımızda özellikle didaktik,ahlakî hikâyelerde hayvan motifleri sıklıkla kullanılır. Fikir ve düşüncelerin hayvanların ağzından aktarılmasının sağladığı kimi yararlar bu yolun tercih edilmesinde rol oynamıştır.30 Özellikle dinî-tasavvufî içerikli eserlerde anlatımın daha açık ve anlaşılır olmasını sağlamak için kuş motifinden yararlanılmıştır. Bazı felsefî manaları anlatmak, soyut kavramları somutlaştırmak için çeşitli kuş isimlerini sembol olarak kullanan İbnü'l- Arabî'den sonra efsanevî bir kuş olan Anka'nın özellikleri çeşitli tasavvufî manaların sembolü olarak kullanılmıştır.
Anka ile ilgili çeşitli benzetmeleri örneklerle gösterebilmek için taradığımız divanlardan seçtiğimiz beyitleri şöyle sıralayabiliriz:

Öyle yaksın beni kim âteş-i reng-â-rengin
Mürg-i 'Anka çıka hâkister-i hâşâkimden
(Şeyh Galip D., G. 239, b. 7, s. 384)

"Rengârenk ateşin beni öyle yaksın ki, süprüntülerimin külünden
Anka kuşu çıksın" diyen şair Anka'nın küllerinden yeniden ortaya çıkması inancına telmih yapmıştır. Ayrıca, bu beyitte şair, sevgilinin ateşiyle yanarak
küllerinden Anka gibi tekrar ortaya çıkma isteğini dile getirir.

Gönül ki kâkülüne sineden hücum eyler Ol
âşiyâne-i 'Anka bu şîr-pîşesidir
(Nailî D., G. 110, b. 4, s. 203)

"Gönül, kâkülüne sineden hücum eder. O Anka yuvasıdır, bu aslan
gibi ona hücum eder" diyen şair, kakülü Anka yuvasına, gönlü de şîrpîşeye (işi aslan gibi hücum etmek olan) benzetir. Gönül, sevgilinin Anka yuvasına benzeyen kâkülüne aslan gibi hücum ederek onu elde etmek ister.

Açdugınca şeh-per-i zerrinini 'Ankâ-yı mihr
Zâg-ı şeb kıldukça anun heybetinden intikâl
(MesîhîD.,K. 13, b. 31, s. 58)

"Güneş Anka'sı, altından yapılmış uzun kanatlarını açtıkça, onun
heybetinden gece kargası yer değiştirir (korkup kaçar)" diyen şair, güneşi
Anka'ya, geceyi ise siyah rengi dolayısıyla kargaya benzetir.
Yukarıdaki örneklerden yola çıkarak genel bir değerlendirme yapıldığında divan şirinde Hümâ kadar sık olmamakla birlikte Anka ile ilgili inanç, efsane ve rivayetlere de yer verildiği görülür. Anka ile birlikte en çok Anka'nın yaşadığı yer olduğu söylenen Kaf dağının sözü edilir. Ayrıca Simurg, Sireng adlarıyla da anılan Anka'nın renkli tüyleri, yere konmaması, görünmezliği, kanadı, mekânının tam olarak bilinmeyişi, ünü, külleTürk rinden yeniden ortaya çıkması, yuvası, avlanamaması, lâ-mekân mülkünde ya da Kaf ta uçması vb. özellikleri telmih yoluyla teşbih ve mecazlara konu olur. Bazen de cennet kuşu olması ve yeşil rengi üzerinde durulur.
Şairler kendileriyle ilgili benzetmelerde de Anka'dan yararlanır. Bu
durumda şair kendini mana Anka'sı olarak nitelendirir ya da manayı Anka'ya benzetir. Ayrıca cömertlik Anka'sı, aşk Anka'sı, gönül Anka'sı gibi birleştirmeleri de kullanır. Hümâ kanadı gibi kimi örneklerde Anka kanadından da süpürge yapıldığı görülür.
Şehnâme'de anlatılan Zaloğlu Rüstem'i Anka'nın beslediğine dair rivayet
nedeniyle Rüstem'le birlikte anılır. Kimi zaman sevgili Anka gibi
adı bilinip görünmeyen bir varlık olarak tasvir edilir. Âşık sevgilisini Anka'ya benzettiği zaman ondan yakınlık ve yardım beklediğini dile getirir.
Anka olma özelliğini eğer kendisine yüklemişse kanaat ve alçakgönüllülüğünü övünerek söyler. Ulaşılması zor durumları ifade etmek için, avlanmayışı ve ele geçmeme özelliği nedeniyle söz edilir. Anka ayrıca aşk, âşık ve gönül için benzetilen olarak ele alınır. Âşık bazen Anka ile "hem-cenâh" olur, bazen de Anka'ları avlayacak güçte görünür. Anka'nın kanadı âşığın başında sorguç olur.
Anka ile ilgili olarak divan şiirinde kullanılan tamlamalar arasında
"Kaf-ı Kanâ'at, Kaf-ı istiğna" tamlamalarıyla birlikte "'Ankâ-yı 'âli-şân,
'Ankâ-yı 'âlî-himmet, 'Ankâ-yı himmet" gibi tamlamalar da bulunmaktadır.
Ayrıca kanaatkârlık ifade etmek için de "'Ankâ-meşreb, 'Ankâ-tabî'at"
terkipleri kullanılır. "'Ankâ-yı lâ-mekân" ise, tasavvufta Allah anlamında
kullanılmaktadır.
Kaynaklarda verilen Simurg'la ilgili bilgiler büyük ölçüde Anka için
verilen bilgilerle benzerlik göstermektedir. Çünkü Simurg Anka'nın Farsça'daki adıdır. Simurg, Anka adı verilen hayalî büyük bir kuş olarak tanımlanmakta olup Simurg kelimesi de "otuz kuş büyüklüğünde" anlamındadır.
Simurg-ı ateşîn-per ve simurg-ı zerrîn-per tamlamaları ise, güneş
karşılığı kullanılır. Simurg'la ilgili olarak ayrıca mitolojiye göre Kaf dağının arkasında yaşadığına inanılan bir kuş, Anka kuşu, masal kuşu,
Zümrüd-i Anka, Ankâ-yı muğrib denilen hayalî bir kuş tanımları verilmektedir.
Elbruz dağında bulunduğuna inanılan Simurg'da her kuştan
bir iz bulunduğu için Simurg denilmiştir. Bir başka söylentiye göre
Simurg her kuştan bir tüy taşıdığı için vücudu bir kuşlar koleksiyonu
gibidir, yüzü insan yüzüne benzer. Farsça'daki diğer adı da Sireng'tir.
Simurg'un aslında bir kuşun adı olmayıp Rüstem'i yetiştiren olgun bir
kişinin adı olduğu da söylenmektedir.
İran destanlarında iki simurgdan söz edilir. Bunlardan biri Zal ile
Rüstem'i koruyan Simurg, diğeri ise İsfendiyar'ın öldürdüğü dev kuştur.
Doğduktan sonra babasının emriyle ıssız bir yere bırakılan Şam'ın oğlu
Zal'ı Simurg bulup yuvasına götürerek yetiştirmiştir. Simurg'a gaipten
gelen bir ses Zal'ın soyunun gelecekte ünlü olacağını bildirmiştir. İnsan
gibi konuşan Simurg Zal'a konuşmayı öğretmiş, sonra da onu babası Şam'a götürmüştür. Simurg ayrılacağı zaman Zal'a tüylerinden birini vermiş ve bir tehlike anında bu tüyün bir kısmını yakmasını söylemiştir. Bu sihirli tüyle çağrılan Simurg, Zal'ın oğlu Rüstem'in doğumu sırasında annesini sarhoş ettikten sonra ona böğrünü açmasını söyler. Yaraya iyi gelecek süt ve miskle karıştırılan otu gösterir. Bundan sonra kuşun bir tüyüyle yarayı ovmak gerekir. Simurg ikinci ve son kez Rüstem'in İsfendiyar ile savaşı sırasında çağrılır. Rüstem'in ve atı Rahş'ın vücutlarına saplanan okları çıkarır ve onların yaralarını yine tüyleriyle iyileştirir.
İsfendiyar'ın öldürdüğü diğer Simurg ise zararlı bir canavardır. Bir
dağ üzerinde yaşar. Uçan bir dağa veya siyah bir buluta benzer. Pençesiyle timsahları, parsları ve fili bile kaldırabilir. Her biri kendisi kadar büyük iki yavrusu vardır. Bunlar uçtukları zaman çok büyük bir gölge meydana getirirler. İsfendiyar Simurg'u her yanına keskin silahlar konulan bir gerdun kullanarak hileyle öldürmüştür.
Kaynaklarda Türk edebiyatına Simurg efsanesinin bir motif olarak
İran edebiyatından geçtiği söylenmekle birlikte bunun pek doğru olmadığı da belirtilmektedir. Türk kavimlerinin folklorunda, destan ve masallarında uzun bir epizot olarak önemli bir yer tutan Simurg'un İslâm'dan önceki Türk kavimleri arasında da yayıldığı tahmin edilmektedir. İslâmİran edebiyatının eski Türk masalmdaki Tuğrul, Alp Kara Kuş vb. adlı kuşun yerine Simurg'u koymuş olabileceği de öne sürülmektedir.
Simurg'un kimi özelliklerinin yer aldığı beyitlere şu örnekleri verebiliriz:

Gönül şehbâzını Simurg-ı Kafa hem-cenâh eyle Bu
alçaklarda pervâz eyleyen zâg u zegandan geç
(Hayalî D., G. 38, b. 4, s. 102)

"Gönül doğanını Kaf dağının Simurgu'na doğru kanatlandır, onun gibi
yüksekten uçur. Bu alçaklarda uçan karga ve çaylaktan uzaklaş" diyen şair, gönlünü doğana benzetir ve gönül doğanının Kaf dağının Simurg'u gibi yüksekten uçmasını ister. Simurg'un Kaf dağında yaşadığına telmih
yapar, gönlünün üstün özelliklere sahip olduğunu ima eder.

Behrâm'ı biçer dest-i celâlindeki şemşîr Sîmurg'ı kapar dest-i celâlindeki nâvek
(Nedim D., Tarih 5, b. 16, s. 131)

Sonuç
Yukarıda verdiğimiz çeşitli kaynaklardan alınmış bilgilerden de anlaşılacağı gibi Hümâ, Anka ve Simurg birçok kültürde yer alan evrensel nitelikli mitolojik kuşlardır. Her kültürde bunlara yüklenen anlam, bunlarla ilgili inanç ve efsaneler bazı farklı özellikler gösterebilmektedir. Elimizdeki bilgilerle divan şiirinde kullanılan Hümâ, Anka ve Simurg'la ilgili kullanımların kökenini ve tarihsel süreç içerisinde geçirdiği değişiklikleri tam ve net bir şekilde tespit etmek mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte bu kuşlar ve bunlarla ilgili anlatıların İslâmiyet Öncesi döneme kadar gittiği, daha sonra İslâm inancı etkisiyle farklı anlam ve motiflerle zenginleştirildiġi, divan şiirinde de yeni anlamlar yüklenerek gelenekselleştiği söylenebilir. Divan şairi mitolojik kuşlarla ilgili öğeleri kullanırken mecazlarla özel bir hayal sistemi oluşturup yeni bir şiir dili yaratarak anlatım imkânlarını geliştirmiştir.
Divan şairinin başarısı geleneğin kendisine sunduğu hazır malzemeyi yeni bir söyleyiş biçimiyle sunmakta kendini göstermektedir. Sonuçta kökeni neresi olursa olsun divan şiirinde bu öğeler etrafında zengin bir kültür birikimi oluşturulmuştur.
Mitolojik kuşlar Hümâ, Anka ve Simurg'la ilgili olarak kaynaklarda
verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi bu kuşlar ve bunlarla ilgili inanç,
efsane ve düşünceler belirli noktalarda kesişmektedir. Bu nedenle söz konusu kuşlarla ilgili benzetme öğeleri, telmihler, hayal ve çağrışımlar da birbirine benzemektedir. Ortak yönleri olağanüstü, ulaşılmaz, alışılmadık özelliklere sahip olma Kaf dağında yaşama olan Hümâ, Anka ve Simurg
divan şairleri için övgü malzemesi olarak zengin çağrışım ve hayaller
üretmeye uygun öğelerdir. Divan şiirinde Hümâ, Anka ve Simurg kimi
zaman övgüsü yapılan padişah, vezir, sadrazam ya da sevgili, kimi zaman da şairin kendisi daha doğrusu şairliğiyle ilgili olarak karşımıza çıkar.
Padişah, Hümâ, Anka ve Simurg gibi insanlara şans ve mutluluk getiricidir.
Gölgesiyle Hümâ gibi insanları korur, şanslarını arttırır. Hümâ,
Anka ve Simurg'un kanadı ya da tüyleri padişahın eşiğinin süpürgesi olur.
Methiyelerde padişah yakalanması, ele geçirilmesi mümkün olmayan
Simurg'u okla vurur. Nef î padişahın, atlarını övdüğü rahşiyyesinde atların
Anka kanatlı olduklarını söyler. Mitolojideki kanatlı atlara da gönderme
yapar.
Gönül ülkesinin padişahı olan sevgili de Hümâ, Anka ve Simurg gibi
ulaşılmazdır. Yüksekten uçar. Saçlarının, zülfünün, perçeminin gölgesi
Hümâ gibi baht açıcıdır. Sevgili naz Hümâsı'dır. Adı var, kendi yoktur.
Gölgesini âşığın üzerine düşürüp onun bahtının açılmasını istemez.
Şaire gelince, onun sanat gücü ulaşılamayacak kadar yüksektir. Yeni
söyleyişli şiiri, özgün söyleyişleri Anka gibi en uzak yerlere kısa bir süre
içinde ulaşır. Şair söz ustalığının doruğundaki Hümâ'dır. Hümâ olmak
yetmez şaire; kimi zaman da mana Anka'sı olur. Sair Hümâ, Anka ve
Simurg'un gökyüzünün en üst katında oiması gibi sanat ve hüner göğünün doruġundadır.
Aşık ise Anka gibi sevgiliyi avlamak ister. Çünkü her gönlün isteği
bir sevgili avlamaktır. Âşığın gönlü aşk güvercini olduğunda, sevgili onu
avlayan Anka olur. Sevgilinin ateşi, âşığı, Anka'nın kendisini yakmasına
benzer biçimde yakar. Ama âşık, Anka'nın küllerinden dirilmesi gibi yeniden dirilir. Âşık, sevgilinin şans getirici Hümâ gölgesi olarak kabul ettiği.

KUŞDİLİ - MANTIKU'T-TAYR

Mantık'ul Tayr'dan kuşlar meclisi
http://www.metmuseum.org/toah/ho/08/wai/hob_63.210.11_av1.htm

Feridüddin Attar, Nişabur’da 1120’da doğmuş ve muhtemelen 1194’da vefat etmiş ünlü bir şair ve mutasavvıftır. Hekim ve eczacı olmasından dolayı Attar olarak anılmaktadır. Tac’ül Ârifin Necmettin Kübrevi’ye bağlı olmakla birlikte; benimsediği tasavvuf anlayışı bir sistemden ziyade İşrâki’dir. Hz.Mevlâna, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilen Attar, çoğu günümüze kadar ulaşan pek çok eser bırakmıştır.
Bunların arasında en ünlüsü 1187’de yazmış olduğu Tuyûrnâme (Mantıku't-tayr veya Mantık Al-Tayr) adlı 4931 beyitten oluşan eseridir.
Attar, Kuşdili veya Kuşlar Meclisi olarak da bilinen bu mesnevî tarzı eserinde, tasavvufun Vahdet-i Vücûd anlayışını anlatır.
Eserde çok zengin bir sembolik dil kullanılmış ve Hakikât’i arayanlar, yani Hakikât Yolunun Yolcuları kuşlarla simgelenmiştir.
Hüthüt adlı kuş onların önderleri, kılavuzları, yani mürşitleridir.
Aradıkları Simurg adlı efsanevî kuş, Allah’ın zuhûr ve taayyünüdür.
Tabii, zuhûr ve taayyün aslında bizzat kendilerinden ibarettir. Ancak, Vahdet-i Vücut’a, yani Varlık Birliği’ne ulaşanlar, “halkın Hakk’ın zuhuru; Hakk’ın halkın bütünü olduğunu” idrak edebilirler.
Kuşdili aşağıda özetlenmeye çalışılacaktır.

… Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler. Toplanan kuşların arasında hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyk, şahin ve diğerleri vardır. Amaçları, padişahsız hiç bir ülke olmadığı düşüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir padişah seçmektir. Hüthüt söze başlar ve Hz.Süleyman’ın postacısı olduğunu belirttikten sonra; kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler. Ama, hiç bir kuşun haberlerinin olmadığını, herkesin padişahının daima Simurg olduğunu belirtir. Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasında gizli olduğu için bilinmediğini ve onun “bize bizden yakın, bizimse uzak” olduğumuzu anlatır. Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kılavuzluk edeceğini ilave edince; kuşların hepsi de hüthütün peşine takılıp onu aramak için yollara düşerler. Kuşların hepsi de Simurg’un sözü üzerine yola revan olurlar…

http://fr.wikipedia.org/wiki/Ph%C3%A9nix
Ama, yol çok uzun ve menzil uzak olduğundan; kuşlar yorulup hastalanırlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen, hüthütün yanına varınca “kendilerince geçerli çeşitli mazeretler söylemeye” başlarlar. Çünkü, kuşların gönüllerinde yatan asıl hedefleri çok daha basit ve dünyevî’dir(!) Örnek olarak, bülbülün isteği gül; dudu kuşunun arzuladığı ab-ı hayat; tavuskuşunun amacı cennet; kazın mazereti su; kekliğin aradığı mücevher; hümânın nefsi kibir ve gurur; doğanın sevdası mevki ve iktidar; üveykin ihtirası deniz; puhu kuşunun aradığı viranelerdeki define; kuyruksalanın mazereti zaafiyeti dolayısıyla aradığı kuyudaki Yûsuf; bütün diğerlerinin de başka başka özür ve bahanelerdir.
Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatır.
Hüthüt söz alır ve şunları söyler. Söyledikleri, ayna ve gönül açısından ilginçtir:
Simurg, apaçık meydanda olmasaydı hiç gölgesi olur muydu?Simurg gizli olsaydı hiç âleme gölgesi vurur muydu?Burada gölgesi görünen her şey, önce orada meydana çıkar görünür.Simurg’u görecek gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydın değil demektir.Kimsede o güzelliği görecek göz yok; güzelliğinden sabrımız, takatımız kalmadı.Onun güzelliğiyle aşk oyununa girişmek mümkün değil.O, yüce lûtfuyla bir ayna icad etti.O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun yüzünü gönülde gör!
Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde Simurg’u aramak için yola koyulurlar.
Ama, yol, yine uzun ve zahmetli, menzil uzaktır…
Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler. Bunların arasında, nefsanî arzular, servet istekleri, ayrıldığı köşkünü özlemesi, geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak, ölüm korkusu, ümitsizlik, şeriat korkusu, pislik endişesi, himmet, vefa, küskünlük, kibir, ferahlık arzusu, kararsızlık, hediye götürmek dileği gibi hususlarla; bir kuşun sorduğu “daha ne kadar yol gidileceği” sorusu vardır.
Hüthüt hepsine, bıkıp usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerinde aşmaları gereken “yedi vadi” bulunduğunu söyler. Ancak, bu “yedi vadi”yi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir. Hüthütün söylediği, “yedi vadi”şunlardır.

1.VADİ İSTEK
2.VADİ AŞK
3.VADİ MARİFET
4.VADİ İSTİGNA(eldekini yeter bulma)
5.VADİ VAHDET(Allah’a ulaşma)
6.VADİ HAYRET
7.VADİ FENA(yokluk)
BEKA(hep diri kalma)


Kuşlar gayrete gelip tekrar yola düşerler…
Ama, pek çoğu, ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolur, ya aç susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde boğulur, ya yüce dağların tepesinde can verir, ya güneşten kavrulur, ya vahşi hayvanlara yem olur, ya ağır hastalıklarla geride kalır, ya kendisini bir eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılır.
Bu sayılan engellerin hepsi de Hakikât yolundaki zulmet ve nur hicaplarıdır.
Bu hicaplardan sadece otuz kuş geçer.
Bütün vadileri aşarak menzil-i maksudlarına yorgun ve bitkin bir halde uzanan bu kuşlar, rastladıkları kişiye kendilerine padişah yapmak için aradıkları Simurg’u sorarlar.
Simurg tarafından bir görevli gelir…
Görevli, otuz kuşun ayrı ayrı hepsine birer yazı verip okumalarını ister. Yazılarda, otuz kuşun yolculuk sırasında birer birer başlarına gelenler ve bütün yaptıkları yazılıdır.
Bu sırada, Simurg tecelli eder…
Fakat, otuz kuş, tecelli edenin (!) bizzat kendileri olduğunu; yani, Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan ibaret olduklarını görüp şaşırırlar. ( Farsçada Simurg “otuz kuş” anlamına gelir. Si = otuz, murg =kuş)
Çünkü, kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir.
Kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır.

Sasani dokumasında Simurg deseni

Bu sırada Simurg’dan ses gelir:
“Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla veya daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burası bir aynadır!”
Hasılı, otuz kuş, Simurg’un kendileri olduğunu anlayınca; artık, ortada, ne yolcu kalır, ne yol, ne de kılavuz...
Çünkü, hepsi BİR’dir.
Aynı, aşıkla, maşukun aşkta; habible, mahbubun muhabbette; sacidle, mescudun secdede; bir olması gibi...
Aradan zaman geçer, “fenâda kaybolan kuşlar yeniden bekâya dönüp”, yokluktan varlığa ererler…”
Kuşdili sembolizması yukarıda özetlenmiştir.
Attar, “ölümden sonraki ölümsüzlüğün sırrına” lâyık olacakların bilinciyle; ancak, bunları yazabilir Kuşdili olarak; sembolik lisanla!
Tabiî ki, okuyup da anlayanlara (!)...
Kuşdili, mesnevî anlam ve kapsam olarak zengin bir sembolizmadır.
Kuşlar, “Hakikât Yolunun Yolcuları” ; Simurg, “Hakikât” olarak tanımlanır. İnsan ömrünün engebelerine eşdeğer merdiven basamaklarını çıkabilmek ve sonunda ancak çok az kişinin hedefine ulaşabilmesi şeklinde düşünülebilir. Bunlar, tekamül merdiveninin, İstek’ten Fenâ’ya doğru çıkan basamaklarıdır. Açıklandığı gibi, kuşların bazıları, Fenâ’dan daha ileri gide­rek Fenânın da Fenâsını, yani Bekâ'yı idrak eder.
Sembolik evrende terk etme , yegâne kemalât yoludur.
Bu sembolizmada, kuşlar sâlikleri, kılavuz Hüdhüd kuşu mürşidi (mürşîd / önder / kılavuz)temsil eder. Sîmurg (otuz kuş), yani Anka ise, Allah'ın zuhûr ve taayyünü­dür.(taayyün =meydana çıkma, âşikâr olma,epifania(yun))
Tûyurname, bir vadiden öteki vadiye sırayla geçilerek olgunlaşmak şeklinde kuşlarla temsil edilen ilginç bir örneğidir.

Ves-selâm…
Tamer Ayan 27.04.2002
Mantıku’t-Tayr (Kuşdili), Feridüddin Attar: (Türkçesi: Yaşar Keçeci), Kırkambar Yayınları, İstanbul.


http://collection-orient-occident.intexte.net/site/index.php/2007/01/21/attar_le_simorg

Attâr, aşkın yedi şehrini gezdi de
Biz, ancak bir sokağının dönemecindeyiz... Mevlana Celaleddin Rumi

Kaf Suresi 16 ; Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.

http://www.abdn.ac.uk/bestiary/

HÜMÂ, ANKA VE SİMURG


[Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi l, İstanbul 2002, 185-208.Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları:HÜMÂ, ANKA VE SİMURGH. DilekBATÎSLAM**Yard. Doç. Dr., Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili veEdebiyatı Bölümü.]ALINTIDIR

Divan şiirinin kaynakları arasında mitoloji önemli bir yere sahiptir. Ancak divan şiiri-mitoloji ilişkisi konusundaki çatışmalar sınırlıdır. Divan şiirinde kullanılan mitolojik öğelerin neler olduğu ve bu öğelerin divan şiirindeki yerini belirleyen çalışmalara İhtiyaç vardır. Bu tür çalışmalar divan şiirinin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır.
Yazımızda divan şüri-mitoloji ilişkisiyle ilgili olarak divan şiirinde sözü edilen mitolojik kuş üzerinde duracağız.

Divan şiirinin mitolojik kuşları Hiimâ, Anka ve Simıırg'ıın divan şiirinde hangi özellikleriyle, ne sıklıkta ve nasıl ele alındıkları taranan değişik yüzyıllara ait on beş divandan seçilen örnek beyitler aracılığıyla verilmeye çalışıldı.Anahtar Kelimeler Hümâ, Anka, Simıtrg, Divan şiiri, mitoloji, kuşlar.
Divan şiiri, beslendiği kaynaklar açısından zengin bir şiirdir. Gelenek,günlük hayat, din, masal, destan, efsane ve menkıbeler, mitoloji vb.divan şiirinin kaynakları ve kullandığı malzemeler arasında yer almaktadır.Divan şiirinin tam olarak değerlendirilebilmesi için divan şiirinin beslendiği kaynaklar, yararlandığı malzemeler tespit edilerek incelenmesigerekir. Divan şiiri mazmun, motif, imaj ve sembollerin sıklıkla kullanıldığı bir şiirdir. Şairin yeteneğinin, geleneğe ait bilgi ve kültür birikiminin ürünüdür. Şair için, yetenek kadar geleneği bilmek ve belirlibir kültürel donanıma sahip olmak da önemlidir.
Evreni, evren karşısında insanı anlama ve açıklama ihtiyacından doğan,bilinç ve bilinçaltının ürünü olan mitolojiyle edebiyat ve sanat eserleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Edebiyat eserlerinde yazar ve şairlerin hayalgücünü besleyen, olağanüstü olayları anlatan, zengin içerikli mitolojik öğeler roman, hikâye vb. edebî türler, özellikle de şiir için vazgeçilmez malzemelerdendir.
Mitolojik unsurlar hem dünya edebiyatında hem debizim edebiyatımızda çeşitli türdeki edebiyat ve sanat eserlerinde en çok yararlanılan öğeler arasındadır.Bir görüşe göre Divan şiiri mitolojik öğelerini daha çok Fars kültürünün yarı tarihî ve İslâmlaşmış mitolojisiyle Şehname'den,Arap kültürü ve mitolojisinden almıştır. Çeşitli kaynaklarda verilen bilgilerden yola çıkarak şiir-mitoloji ilişkisi divan şiiri açısından değerlendirildiğinde ; divan şiirinin dünyası içinde mitolojinin önemli biryer tuttuğu, divan şiirindeki mitolojinin Arap, İran ve İslâm mitolojisinin birkarışımı olduğu görüşünün ön plâna çıktığı görülmektedir. Ancak,ağırlığın İran mitolojisi yönünde olduğuna da dikkat çekilmektedir.Çoğunun kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte divan şiirinde sözü edilen kişi, hayvan, mekân, zaman, bitki, nesne vb. pek çok varlığın mitolojik arka plânı bulunmaktadır. Hümâ, Anka ve Simurg da diğer mitolojik öğeler gibi bizi masal dünyasına götüren, zengin inanç, efsane ve anlatımlarla karşımıza çıkan mitolojik, efsanevî kuşlardır. Ayrıca Hümâ, Anka ve Simurg'la ilgili benzetmeler, mazmun ve motifler divan şairlerinin hemen hepsinin kullandığı ortak şiir malzemelerindendir.

Bu incelememizle Hümâ, Anka ve Simurg'dan yola çıkarak divan şüri-mitoloji ilişkisi ileilgili çalışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyoruz.

HÜMA

Farsça olan Hümâ kelimesi devlet kuşu, saadet ve kutluluk anlamlarına gelir. Arapçası "Bulah"dır. Bazı Türk lehçelerinde Kumay, Umay şeklinde kullanılan Hümâ, Farsçada Hümâ ve Hümây, Anadolu Türkçesinde ise Hümâ ya da Humâ biçiminde kullanılır.
Devlet kuşu, cennet kuşu, talih kuşu adlarıyla bilinen Hümâ'nın özellikleri, yaşadığı yer ve Hümâ ile ilgili inançlar çeşitlilik göstermektedir .Bazı ortak özellikleri dolayısıyla Anka, Simurg, Garuda, Kaknus ve Phoenix gibi diğer efsanevî kuşlarla karıştırılan Hümâ'nın sürekli karlarla örtülü bir ülkede, Çin Cezayiri'nde, Hint Okyanusu adalarında, Kaf Dağı'nda,Hindistan'da, Deşt-i Kıpçak'ta, Bahr-ı Muhitde, Hıta-Hoten bölgesinde yaşadığı yolunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır.
Hümâ'ya devlet kuşu denilmesi ile hümâyun kelimesinin hükümdar, padişah anlamlarını kazanması Hümâ'nın gölgesi ilgili inançlardan kaynaklanır.Halk inançlarına göre eskiden bir hükümdar ölünce halk bir meydanda toplanır, Hümâ kimin başına konarsa o kişi hükümdar seçilirmiş.Hümâ kuşunun uçarken üzerinden geçtiği ya da gölgesinin düştüğükişinin taç giyeceğine ya da yüksek bir makama ulaşacağına inanılmasının nedeni de budur. Günümüzde kullanılan talih kuşu, devlet kuşu deyimleriyle,insanın başına ya da üstüne kuş pislemesinin hayra yorulması Hümâ'nın zenginlik ve mutluluk getirici olması inancıyla ilgilidir.
Bu inanç ve deyimler Hümâ ile ilgili inançların günümüzdeki uzantılarıdır.Hümâ ile ilgili inançlar arasında, Hümâ'yı bilerek öldüren kişinin kırkgün içinde öleceği inancı da birçok kaynakta zikredilen yaygın bir inançtır.Hümâ'nın canlısının asla yakalanamayacağına inanılır. Hümâ'nın eski Türk inancındaki Tanrı Umay'la olan benzerliği ve Çepni boyunun sembolünün Hümâ kuşu olduğu da kaynaklarda belirtilir.Edebiyatımızda Hümâ'dan ve diğer kimi kuşlardan söz eden çeşitli eserler bulunmaktadır. Bunlar arasında İran ve Türk edebiyatlarındaki klâsik mesnevi konularından biri olan Hümâ vü Hümâyun mesnevileribaşta gelir . Ortadoğu İslâm edebiyatlarında sık karşılaşılan kuşlar arasındaki konuşmalara dayalı alegorik eserlerin hemen hepsinde Hümâ ile ilgilibölümler bulunmaktadır. XII. yüzyılda Gazâlî'nin yazdığı Risaletü't-tayradlı eser başta olmak üzere, bu eserden yararlanılarak büyük İran şair vemutasavvıfı Feridüddin Attar'ın yazdığı Mantıku't-tayr'da ve Attar'm eserinenazire olarak Ali Şîr Nevâyî'nin yazdığı Lisanü't-tayr'da sembolikkuşlar arasında Hümâ'nın adı sık sık geçmektedir .
Divan şiirinde mitolojik kuşlar içinde özellikleri nedeniyle en çoksözü edilen Hümâ'dır. Hümâ ve onun çeşitli özellikleriyle ilgili benzetmelerin sık kullanıldığı beyitlere aşağıdaki örnekleri verebiliriz:Sâye-i zülfün Hümâsm salma ağyar üstüneBir siyeh-rûdur anun bahtın hümâyûn eyleme(Ahmet Paşa D., G. 276, b. 2, s. 251)
"Zülfünün gölgesinin Hümâ'sını ağyar üstüne salma. Bir kara yüzlüdür onun bahtını hümâyûn etme; hükümdar, taht sahibi yapma" diyen şair, sevgilinin zülfünün, Hümâ gölgesi gibi olan gölgesini rakibin, ağyarın üstüne salmasını; böylece kara yüzlü ağyarın bahtının açılmasını ve rakibin, sevgilinin gönül ülkesinin sultanı olmasını istemez. Sevgilinin zülfünün gölgesini Hümâ'ya benzetir. Hümâ'ya benzeyen bu gölge rakibin üzerine düştüğünde onun bahtı açılacaktır. Şair bu beyitte Hümâ'nın gölgesiüstüne düşen kişinin şanslı, talihli olacağı inancına telmih yapar. Sevgilinin saçının gölgesini Hümâ gölgesi gibi şans getirici olarak görür."Elif ki harfler topluluğunun başta gelenidir. Mutluluk Hümâsı'nınkanadı başındaki meddir" diyerek şair, elif harfi üzerindeki med işaretiniHümâ kanadına benzetir. Saadet Hümâsı'nın kanadı nitelemesiyleHümâ'nın mutluluk getirici olma özelliğini hatırlatır. Şair (âşık) elif harfi,bu harfin üzerindeki med işareti de Hümâ kanadı gibi mutluluk getiren sevgilidir.Mitolojik kökenli bir kuş olan Hümâ'nın en önemli özelliği devlet kuşu, talih kuşu olmasıdır.Bu nedenle daha çok mutluluk, şans ve güç sembolü olarak kullanılmıştır.Şairler mutluluğu, şansı, ulaşılması zor hedefleri, idealleri ifade etmek içinHümâ ile ilgili benzetmelerden yararlanmışlardır. Divan şiirinde de sıralanan özellikleriyle sıkça söz konusu edilmiştir. Hümâ, havada çok yüksekten uçması, elde edilemeyişi, tuzağa düşmemesi, gölgesinin insanlara şans getirmesi, kemikle beslenmesi, diğer kuşlardan üstün olması gibiözellikleri ve bunlarla ilgili inançlar, efsaneler, rivayetler dolayısıyla divanşairinin şiirinde zengin bir hayal ve benzetme dünyası içinde karşımızaçıkar. Özellikle divan şairi övgülerinde yer verdiği kişileri sevgili, padişahya da veziri, fahriye yaptığı durumlarda da kendisini Hümâ'ya benzetir.Şair kendisini överken şairlik yeteneğinin çeşitli özelliklerini ulaşılmazlık,olağanüstülük bakımından Hümâ'ya benzetir. Şairin hayali Hümâ avlayanşahin olur. Şair için kimi zaman mana da Hümâ'dır. Bazen de şair şiirHümâ'sını avlamaya çalışır. Kendisinin ya da övgüsünü yaptığı diğer kişilerin Hümâ gibi olağanüstü özelliklere sahip olduğunu söyler. Padişahıöverken şair, padişahın Hümâ gölgesi gibi insanlara şans, uğur ve mutluluk getirici olduğunu anlatır. Hümâ'nın kanadı padişahın eşiğinin süpürgesiolur. Sevgili, Hümâ'ya benzetildiği zaman hangi âşığına iltifat etseonun başına devlet kuşu konmuş ve o kimsenin şansı açılmış olur. Sevgiliningüzelliği Hümâ gibi ulaşılması zor bir güzelliktir. Sevgili, âşığa gölgesi düşmeyen Hümâ'dır. Sevgilinin zülfü ulaşılmazlık açısından; zülfünün gölgesi ise uğur getirici olması açısından Hümâ'ya benzetilir. Sevgili,Hümâ olduğu zaman âşık için avlanması çok zordur. Çünkü Hümâ gibiyüksekten uçmaktadır.

Sam Zal'ı Simurg'un yuvasında bulur...(Firdevsi / Şahname)http://www.skidmore.edu/academics/arthistory/ah369/timurid.html


ANKA

Anka kelimesi İbranice anak kelimesinden türemiştir. Anak, isim olarakgerdanlık, uzun boyunlu dev anlamlarına, fiil olarak ise gerdanlıktakmak, boğmak, boğazı sıkmak anlamlarına gelir, Anka; uzun boyunlu,ismi olup cismi olmayan büyük bir kuştur. Simurg, Zümrüd ü anka adlarıyla da bilinir. Cennet kuşuna benzer yeşil bir kuş olduğu için bu ad verilmiştir.Bu adların dışında Anka, Semender, Devlet Kuşu, Phoenix,Tuğrul, Hümâ adlarıyla da bilinir. Bulunduğu yerdeki kuşları avlayarak batıya doğru uçtuğundan Anka-yı muġrib de deniri
İslâm tasavvuf ve edebiyatlarında Anka'ya verilen, bazı kaynaklarda "yutucu, yok edici"şeklinde de yorumlanan muğrib "gurub eden, uzaklaşan, gözden kaybolan"sıfatı bu efsanevî kuşun gözle görülmeyişiyle ilgilidir. Çok yüksekten uçtuğu yolundaki inanç da bundan kaynaklanmaktadır. Bu özellikleriyle Anka'nın dünyanın en iri, en yüksekten uçan ve havada en fazla kalabilen(200 gün) kuşu "albatros" arasında bir benzerlik aramak mümkündür.Anka Hint mitolojisindeki Garuda gibi "kuşlar padişahı"dır.
Bazı efsanelerdede yine onun gibi Kaf dağından başka denizin ortasında ulu bir ağacın tepesinde de oturur.Yüzü insan yüzüne benzer, boynu uzun, tüyleri renk renktir. Kendisindeher hayvandan bir alâmet bulunduğu ya da vücudunda otuz kuşun renk ve alâmeti olduğu, bu nedenle İranlıların Anka'ya Sirenk, Simurg dedikleri söylenir.Kırmızı ve altın renkli, uzun tüylü, güzel sesli ve erkektir. Bir rivayete göre dişidir.Tanrı sonra buna bir erkek yaratmıştır.Musa peygamber zamanında meydana gelen bu kuş, çoğalıp Necid ve Hicaz taraflarına yayılmıştır. Mısır'lıların efsane olarak anlattıklarına göre Anka, kartal büyüklüğünde bir hayvan olup boynunun tüyleri altın gibi sarı ve kuyruğu beyaz ile karışık pembe renkli ve güzel gözlüdür. Gözle görülmeyecek kadar yüksekte uçan ve Kaf dağının tepesinde yatan Anka'-nın ölümü ve doğumuyla ilgili çeşitli rivayetler vardır. İran destanlarında Simurg adıyla anılan Anka, Firdevsî'nin ''Şehnâme''sinde Zâl'i yetiştiren ve oğlu Rüstem'e yardım eden kuş olarak bilinir.Ayrıca İran mitolojisinde Anka, Rüstem'in cerrahı, babası Zâl'in dadısı olarak da anlatılır.

İslâm mitolojisinde ise, Anka kuşların padişahı olarak anılır. Hz.Musa zamanında yaratılmış, Hicaz'a gitmiş, Hz. Süleyman'ın meclisinde bulunmuştur. Kısas-ı Enbiya'nın Hz. Süleyman'la ilgili bölümünde de"Anka Kuşunun Öyküsü" adlı bir öykü yer almakta olup bu öyküde Anka ile Hz. Süleyman arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Ayrıca rivayetlere göre Anka Hz. Zülkarneyn ile Kaf dağında görüşmüştür. Arapça'da Anka, Farsça'da Simurg adı verilen; Türkçe'de ise, bu iki isimle ya da bu iki ismin birleşmesinden meydana gelen Zümrüd ü anka (Simurg u Anka) adıyla anılan, İslâm tasavvuf ve sanatında da önemli yertutan efsanevî kuş, benzer nitelikteki başka kuşlarla karıştırılmıştır. ÖnAsya efsanelerinde Anka pek çok kaynakta birlikte ele alındığı Batıdakieski Mısır kökenli Phoenix ve İslamî çevrelerdeki Hümâ devlet kuşundan tamamen, Hint mitolojisindeki çift başlı kartaldan ise kısmen farklı özelliklere sahip tasvir edilir. Boynunun çok uzun olduğuna ve boynunda beyaz tüylerden bir halka taşıdığına inanılan Anka ile Anadolu Selçuklu sanatında bazı çift başlı kartal tasvirlerinin boynunda bir halka bulunması nedeniyle bu iki efsanevî kuşun birleştirildiği ve çift başlı kartalın Anka sayıldığı söylenir. Araplar arasında Anka hikâyesi semender ile karıştırılmış,semender de bazen kuş olarak tasvir edilmiştir.
Çeşitli efsanelere göre Anka, insanlar gibi düşünür ve konuşur. Çokgeniş bilgi ve hünerlere sahiptir, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yapar. Tüyleriyle sıvazlayıp yaraları iyi eder. Kafdağını aşabilmek ve göğe yükselebilmek için Anka'ya binmek gerekir.Nitekim Zülkarneyn de Anka'yla göğe çıkıp yıldızlara ulaşmıştır. Çeşitli dinsel, büyüsel etkileri olduğuna inanılan Anka ile ilgili inançlar, kaynağını eski Mısır inançlarından almakla birlikte, Çin'den İran mitolojisine ve Müslümanlıktan Hristiyanlığa kadar geniş bir inanç alanına yayılmıştır.Hristiyanlar Phoenix adını verdikleri bu kuş mitinin yorumunu yaparakonu öldükten sonra yeniden dirilmenin simgesi yaparlar. Çinliler ise Anka'yıraks ve müziğin mucidi olarak kabul ederler.O günden beri yeryüzünde görünmez. Bir efsaneye göre beş yüz yıl yaşar. Dünyada her dönemde yalnız bir tane Anka kuşu olduğuna inanılır.Anka'nın ünlü Arap masallarından Bin Bir Gece Masalları'nda dasözü edilmiş, Anka ortaçağ Arap ve Fars bilim kitaplarına da girmiştir.Yüzyıllarca yaşadığına ve hep yüksekten uçtuğuna inanılan Anka, divan şiirinin dışında halk hikâyelerinde, halk edebiyatının çeşitli ürünlerindeve çağdaş edebiyatımızın değişik edebî türlerinde de çeşitli özellikleriyle karşımıza çıkar. Halk hikayelerinde ve masallarda da önemli bir yer tutan Anka, masallarda daha çok Kaf dağı ile birlikte anılır. Masal ve hikâye kahramanlarına yardım eder, onları kimi zaman zor durumlardan kurtarır,kanatlarında çok uzun seyahatlere ya da uzak diyarlara götüren yardımcıkuş rolünü oynar. Bazı masallarda da Anka, Keloğlan'ın koruyucusudur.Tasavvufta da Anka değişik anlamlarda kullanılmış, efsanevî özelliklerinden yararlanılarak bazı tasavvufî görüşlerin anlatılmasında sembol görevi üstlenmiştir.

İlk sufîlerde rastlanmayan Anka adı Ruzbihân-ı Bakli gibi şair ve âşık mutasavvıflarca teşbih ve temsil unsuru olarak kullanılmıştır.Anka kavramının tasavvufa iyice yerleşmesinde Attar'ın Mantıku't-tayr adlı eserinde bu kuşu ayrıntılı bir şekilde ele alması etkili olmuştur. Dünya edebiyatında ve bizim edebiyatımızda özellikle didaktik,ahlakî hikâyelerde hayvan motifleri sıklıkla kullanılır. Fikir ve düşüncelerin hayvanların ağzından aktarılmasının sağladığı kimi yararlar bu yolun tercih edilmesinde rol oynamıştır.30 Özellikle dinî-tasavvufî içeriklieserlerde anlatımın daha açık ve anlaşılır olmasını sağlamak için kuş motifinden yararlanılmıştır. Bazı felsefî manaları anlatmak, soyut kavramları somutlaştırmak için çeşitli kuş isimlerini sembol olarak kullanan İbnü'l-Arabî'den sonra efsanevî bir kuş olan Anka'nın özellikleri çeşitli tasavvufî manaların sembolü olarak kullanılmıştır.Anka ile ilgili çeşitli benzetmeleri örneklerle gösterebilmek için taradığımız divanlardan seçtiğimiz beyitleri şöyle sıralayabiliriz: Öyle yaksın beni kim âteş-i reng-â-renginMürg-i 'Anka çıka hâkister-i hâşâkimden(Şeyh Galip D., G. 239, b. 7, s. 384)
"Rengârenk ateşin beni öyle yaksın ki, süprüntülerimin külündenAnka kuşu çıksın" diyen şair Anka'nın küllerinden yeniden ortaya çıkması inancına telmih yapmıştır. Ayrıca, bu beyitte şair, sevgilinin ateşiyle yanarakküllerinden Anka gibi tekrar ortaya çıkma isteğini dile getirir. Gönül ki kâkülüne sineden hücum eyler Ol âşiyâne-i 'Anka bu şîr-pîşesidir(Nailî D., G. 110, b. 4, s. 203)

"Gönül, kâkülüne sineden hücum eder. O Anka yuvasıdır, bu aslan gibi ona hücum eder" diyen şair, kakülü Anka yuvasına, gönlü de şîrpîşeye(işi aslan gibi hücum etmek olan) benzetir. Gönül, sevgilinin Ankayuvasına benzeyen kâkülüne aslan gibi hücum ederek onu elde etmek ister.Aç dugınca şeh-per-i zerrinini 'Ankâ-yı mihrZâg-ı şeb kıldukça anun heybetinden intikâl(MesîhîD.,K. 13, b. 31, s. 58) "Güneş Anka'sı, altından yapılmış uzun kanatlarını açtıkça, onun heybetinden gece kargası yer değiştirir (korkup kaçar)" diyen şair, güneşi Anka'ya, geceyi ise siyah rengi dolayısıyla kargaya benzetir.

Yukarıdaki örneklerden yola çıkarak genel bir değerlendirme yapıldığındadivan şirinde Hümâ kadar sık olmamakla birlikte Anka ile ilgiliinanç, efsane ve rivayetlere de yer verildiği görülür. Anka ile birlikte ençok Anka'nın yaşadığı yer olduğu söylenen Kaf dağının sözü edilir. AyrıcaSimurg, Sireng adlarıyla da anılan Anka'nın renkli tüyleri, yere konmaması,görünmezliği, kanadı, mekânının tam olarak bilinmeyişi, ünü, küllerinden yeniden ortaya çıkması, yuvası, avlanamaması, lâ-mekân mülkündeya da Kaf ta uçması vb. özellikleri telmih yoluyla teşbih ve mecazlara konuolur. Bazen de cennet kuşu olması ve yeşil rengi üzerinde durulur.Şairler kendileriyle ilgili benzetmelerde de Anka'dan yararlanır. Bu durumda şair kendini mana Anka'sı olarak nitelendirir ya da manayı Anka'yabenzetir. Ayrıca cömertlik Anka'sı, aşk Anka'sı, gönül Anka'sı gibibirleştirmeleri de kullanır. Hümâ kanadı gibi kimi örneklerde Anka kanadındanda süpürge yapıldığı görülür.
Şehnâme'de anlatılan Zaloğlu Rüstem'i Anka'nın beslediğine dair rivayetnedeniyle Rüstem'le birlikte anılır. Kimi zaman sevgili Anka gibiadı bilinip görünmeyen bir varlık olarak tasvir edilir. Âşık sevgilisini Anka'yabenzettiği zaman ondan yakınlık ve yardım beklediğini dile getirir.Anka olma özelliğini eğer kendisine yüklemişse kanaat ve alçakgönüllülüğünü övünerek söyler. Ulaşılması zor durumları ifade etmek için, avlanmayışıve ele geçmeme özelliği nedeniyle söz edilir. Anka ayrıca aşk, âşıkve gönül için benzetilen olarak ele alınır. Âşık bazen Anka ile "hem-cenâh"olur, bazen de Anka'ları avlayacak güçte görünür. Anka'nın kanadı âşığın başında sorguç olur.Anka ile ilgili olarak divan şiirinde kullanılan tamlamalar arasında"Kaf-ı Kanâ'at, Kaf-ı istiğna" tamlamalarıyla birlikte "'Ankâ-yı 'âli-şân,'Ankâ-yı 'âlî-himmet, 'Ankâ-yı himmet" gibi tamlamalar da bulunmaktadır.Ayrıca kanaatkârlık ifade etmek için de "'Ankâ-meşreb, 'Ankâ-tabî'at"terkipleri kullanılır. "'Ankâ-yı lâ-mekân" ise, tasavvufta Allah anlamındakullanılmaktadır.
Kaynaklarda verilen Simurg'la ilgili bilgiler büyük ölçüde Anka içinverilen bilgilerle benzerlik göstermektedir. Çünkü Simurg Anka'nın Farsça'dakiadıdır. Simurg, Anka adı verilen hayalî büyük bir kuş olarak tanımlanmakta olup Simurg kelimesi de "otuz kuş büyüklüğünde" anlamındadır.Simurg-ı ateşîn-per ve simurg-ı zerrîn-per tamlamaları ise, güneşkarşılığı kullanılır. Simurg'la ilgili olarak ayrıca mitolojiye göre Kaf dağınınarkasında yaşadığına inanılan bir kuş, Anka kuşu, masal kuşu,Zümrüd-i Anka, Ankâ-yı muğrib denilen hayalî bir kuş tanımları verilmektedir.Elbruz dağında bulunduğuna inanılan Simurg'da her kuştanbir iz bulunduğu için Simurg denilmiştir. Bir başka söylentiye göreSimurg her kuştan bir tüy taşıdığı için vücudu bir kuşlar koleksiyonugibidir, yüzü insan yüzüne benzer. Farsça'daki diğer adı da Sireng'tir.Simurg'un aslında bir kuşun adı olmayıp Rüstem'i yetiştiren olgun birkişinin adı olduğu da söylenmektedir.
İran destanlarında iki simurgdan söz edilir. Bunlardan biri Zal ileRüstem'i koruyan Simurg, diğeri ise İsfendiyar'ın öldürdüğü dev kuştur.Doğduktan sonra babasının emriyle ıssız bir yere bırakılan Şam'ın oğluZal'ı Simurg bulup yuvasına götürerek yetiştirmiştir. Simurg'a gaipten gelen bir ses Zal'ın soyunun gelecekte ünlü olacağını bildirmiştir. İnsangibi konuşan Simurg Zal'a konuşmayı öğretmiş, sonra da onu babası Şam'agötürmüştür. Simurg ayrılacağı zaman Zal'a tüylerinden birini vermiş vebir tehlike anında bu tüyün bir kısmını yakmasını söylemiştir. Bu sihirli tüyle çağrılan Simurg, Zal'ın oğlu Rüstem'in doğumu sırasında annesini sarhoş ettikten sonra ona böğrünü açmasını söyler. Yaraya iyi gelecek sütve miskle karıştırılan otu gösterir. Bundan sonra kuşun bir tüyüyle yarayı ovmak gerekir. Simurg ikinci ve son kez Rüstem'in İsfendiyar ile savaşısırasında çağrılır. Rüstem'in ve atı Rahş'ın vücutlarına saplanan okları çıkarır ve onların yaralarını yine tüyleriyle iyileştirir.
İsfendiyar'ın öldürdüğü diğer Simurg ise zararlı bir canavardır. Birdağ üzerinde yaşar. Uçan bir dağa veya siyah bir buluta benzer. Pençesiyle timsahları, parsları ve fili bile kaldırabilir. Her biri kendisi kadar büyük iki yavrusu vardır. Bunlar uçtukları zaman çok büyük bir gölge meydana getirirler. İsfendiyar Simurg'u her yanına keskin silahlar konulan birgerdun kullanarak hileyle öldürmüştür.
Kaynaklarda Türk edebiyatına Simurg efsanesinin bir motif olarak İran edebiyatından geçtiği söylenmekle birlikte bunun pek doğru olmadığıda belirtilmektedir. Türk kavimlerinin folklorunda, destan ve masallarında uzun bir epizot olarak önemli bir yer tutan Simurg'un İslâm'danönceki Türk kavimleri arasında da yayıldığı tahmin edilmektedir. İslâmİranedebiyatının eski Türk masalmdaki Tuğrul, Alp Kara Kuş vb. adlıkuşun yerine Simurg'u koymuş olabileceği de öne sürülmektedir.Simurg'un kimi özelliklerinin yer aldığı beyitlere şu örnekleri verebiliriz:Gönül şehbâzını Simurg-ı Kafa hem-cenâh eyle Bualçaklarda pervâz eyleyen zâg u zegandan geç(Hayalî D., G. 38, b. 4, s. 102)

"Gönül doğanını Kaf dağının Simurgu'na doğru kanatlandır, onun gibiyüksekten uçur. Bu alçaklarda uçan karga ve çaylaktan uzaklaş" diyen şair,gönlünü doğana benzetir ve gönül doğanının Kaf dağının Simurg'u gibi yüksekten uçmasını ister. Simurg'un Kaf dağında yaşadığına telmih yapar, gönlünün üstün özelliklere sahip olduğunu ima eder. Behrâm'ı biçerdest-i celâlindeki şemşîr Sîmurg'ı kapar dest-i celâlindeki nâvek(Nedim D., Tarih 5, b. 16, s. 131)

Sonuç

Yukarıda verdiğimiz çeşitli kaynaklardan alınmış bilgilerden de anlaşılacağı gibi Hümâ, Anka ve Simurg birçok kültürde yer alan evrenselnitelikli mitolojik kuşlardır. Her kültürde bunlara yüklenen anlam, bunlarla ilgili inanç ve efsaneler bazı farklı özellikler gösterebilmektedir. Elimizdeki bilgilerle divan şiirinde kullanılan Hümâ, Anka ve Simurg'la ilgilikullanımların kökenini ve tarihsel süreç içerisinde geçirdiği değişiklikleritam ve net bir şekilde tespit etmek mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte bu kuşlar ve bunlarla ilgili anlatıların İslâmiyet Öncesi döneme kadar gittiği, daha sonra İslâm inancı etkisiyle farklı anlam ve motiflerle zenginleştirildiġi, divan şiirinde de yeni anlamlar yüklenerek gelenekselleştiği söylenebilir. Divan şairi mitolojik kuşlarla ilgili öğeleri kullanırken mecazlarla özel bir hayal sistemi oluşturup yeni bir şiir dili yaratarak anlatım imkânlarını geliştirmiştir. Divan şairinin başarısı geleneğin kendisine sunduğu hazır malzemeyi yeni bir söyleyiş biçimiyle sunmakta kendini göstermektedir. Sonuçta kökeni neresi olursa olsun divan şiirinde bu öğeleretrafında zengin bir kültür birikimi oluşturulmuştur.Mitolojik kuşlar Hümâ, Anka ve Simurg'la ilgili olarak kaynaklarda verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi bu kuşlar ve bunlarla ilgili inanç,efsane ve düşünceler belirli noktalarda kesişmektedir. Bu nedenle söz konusukuşlarla ilgili benzetme öğeleri, telmihler, hayal ve çağrışımlar dabirbirine benzemektedir. Ortak yönleri olağanüstü, ulaşılmaz, alışılmadıközelliklere sahip olma Kaf dağında yaşama olan Hümâ, Anka ve Simurgdivan şairleri için övgü malzemesi olarak zengin çağrışım ve hayallerüretmeye uygun öğelerdir. Divan şiirinde Hümâ, Anka ve Simurg kimizaman övgüsü yapılan padişah, vezir, sadrazam ya da sevgili, kimi zamanda şairin kendisi daha doğrusu şairliğiyle ilgili olarak karşımıza çıkar.Padişah, Hümâ, Anka ve Simurg gibi insanlara şans ve mutluluk getiricidir.Gölgesiyle Hümâ gibi insanları korur, şanslarını arttırır. Hümâ,Anka ve Simurg'un kanadı ya da tüyleri padişahın eşiğinin süpürgesi olur.Methiyelerde padişah yakalanması, ele geçirilmesi mümkün olmayanSimurg'u okla vurur. Nef î padişahın, atlarını övdüğü rahşiyyesinde atlarınAnka kanatlı olduklarını söyler. Mitolojideki kanatlı atlara da göndermeyapar.Gönül ülkesinin padişahı olan sevgili de Hümâ, Anka ve Simurg gibiulaşılmazdır. Yüksekten uçar. Saçlarının, zülfünün, perçeminin gölgesi Hümâ gibi baht açıcıdır. Sevgili naz Hümâsı'dır. Adı var, kendi yoktur.Gölgesini âşığın üzerine düşürüp onun bahtının açılmasını istemez.Şaire gelince, onun sanat gücü ulaşılamayacak kadar yüksektir. Yeni söyleyişli şiiri, özgün söyleyişleri Anka gibi en uzak yerlere kısa bir süreiçinde ulaşır. Şair söz ustalığının doruğundaki Hümâ'dır. Hümâ olmak yetmez şaire; kimi zaman da mana Anka'sı olur. Sair Hümâ, Anka ve Simurg'un gökyüzünün en üst katında oiması gibi sanat ve hüner göğünün doruġundadır.Aşık ise Anka gibi sevgiliyi avlamak ister. Çünkü her gönlün isteği bir sevgili avlamaktır. Âşığın gönlü aşk güvercini olduğunda, sevgili onu avlayan Anka olur. Sevgilinin ateşi, âşığı, Anka'nın kendisini yakmasına benzer biçimde yakar. Ama âşık, Anka'nın küllerinden dirilmesi gibi yenidendirilir. Âşık, sevgilinin şans getirici Hümâ gölgesi olarak kabul ettiği saçlarının gölgesinin rakibin değil kendisinin üzerine düşmesini ister.Divan şairi Hümâ, Anka ve Simurg'u daha çok övgü amaçlı söz varlığıiçinde kullanmaktadır. Övülen kişilerde, bu kuşlarda olduğu gibi, olağanüstüözellikler olduğu, onların sıradan kimseler olmadıkları, benzetmeler aracılığıyla vurgulanmaktadır. Ancak övgünün dışında telmih öğesi olarakda bu kuşların şiirde söz konusu edildiği görülür. Hümâ'nm gölgesi bahtve talih getirici olma özelliği, yükseklik, değer, devlet ifade etmesi, yaşadığıyerin bilinmeyişi, yuvası, Anka'nın Kaf dağında yaşaması, kanaatin simgesi olması, kemik yiyerek beslenmesi, Rüstem ve Zal ile olan ilişkisi,ulaşılmasının zorluğu gibi temel özellikleri de divan şiirinde telmih ve benzetmelere konu olmuştur.Erişilmezlik, yücelik ve olağanüstülük gibi özelliklerin ortaya konulmasında Hümâ, Anka ve Simurg'la ilgili anlatılar, inanç ve efsaneler şairiçin yararlanılması, zenginleştirilmesi mümkün malzemelerdir. Bu nedenle dolaylı anlatım, çağrışım sanatı olan şiir aracılığıyla divan şairleri okuyucuyu gerçek dünyadan hayal dünyasına götürmek amacıyla olağanüstü özelliklen olan Hümâ, Anka ve Simurg'dan yararlanmışlardır. Ayrıca divan şairi benzetme, niteleme, kuvvetlendirme, durumu ve ruh hâlini yansıtmak amacıyla da bu kuşların kimi özelliklerinden ilhanı almıştır.Kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte divan şairinin bağlı bulunduğu kültür dairesi içinde bu kuşlar ve bunların özellikleriyle ilgili çeşitli inanışve efsaneler divan şairince yeniden yorumlanarak zengin çağrışımlı, kendine özgü bir hayal dünyası içinde okuyucuya sunulmuştur. Her şair bukuşları ortak kullanımın dışında, dünya görüşüne, hayatı ve olayları algılamabiçimine göre anlamlandırmıştır.



Firdevsi'nin epik eseri Şahname'de (Şahların Kitabı) Simurg en tanınmış halini almıştır. Şahname'de Simurg'un Prens Zal ile olan ilişkisi yer alır. Şahname'ye göre Kral Sam'ın oğlu Zal albino olarak doğmuştur. Kral Sam albino oğlunu görünce, çocuğun şeytanların tohumu olduğunu düşünüp çocuğu bir dağa terk etmiştir. Çocuğun ağlayışlarını duyan yumuşak kalpli Simurg çocuğu alıp büyütür. Zal her türlü bilgiye sahip Simurg'dan hikmet almış birçok şey öğrenmiştir. Yine de büyüyüp bir yetişkin olduğu zaman insanların dünyasına girmek ister. Simurg çok üzülse de, ona bir tane altın tüy verip gitmesine izin vermiştir. Eğer Zal, Simurg'un yardımına ihtiyaç duyarsa bu tüyü yakacaktır.
Krallığına döndüğünde Zal güzel Rudaba'ya aşık olur ve onunla evlenir. Karısı bir oğula hamile kalır fakat doğum zamanı geldiğinde birçok sorun yaşarlar. Zal karısının doğum sırasında öleceğini fark eder ve tam Rudabah ölüme yakınken Zal Simurg'u çağırmaya karar verir. Ortaya çıkan Simurg Zal'ın bir tür sezaryan benzeri yöntem uygulamasını sağlar ve Rudabah ile çocuğun hayatını kurtarır. Bu çocuk daha sonra en ünlü ve büyük Pers kahramanlarından biri olacak Rüstem'dir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Simurg_(mitoloji)

19 Ocak 2008 Cumartesi

HÜSN Ü AŞK HAKKINDA




Şeyh Galib eserini 26 yaşındayken, Divan’ını yazdıktan iki yıl sonra sadece altı ay gibi kısa bir sürede meydana getirmiştir. Bu eser onun en önemli eseridir. Klasik Türk Edebiyatı’nda Şeyh Galib’e ayrı bir önem verilmesine neden olmuştur.
Eser aruzun mef’ulü fe’ilatün fe’ulün kalıbıyla yazılan 2101 beyitten oluşmaktadır. Mesnevi şeklinde düzenlenmiştir.
Hüsn ü Aşk tasavvuf felsefesini anlatan alegorik bir mesnevidir. Eser “mecaz hakikatin köprüsüdür.” felsefesi üzerine kurulmuştur. Tasavvuftaki dervişin vahdete ulaşabilmek için çıktığı yolculuk, bu yolculuktaki tüm engellerle mücadele ederek sonunda vuslata ulaşması, bu yolculuğun sonunda kendini olgunlaştırması ve vahdete kavuşması, alegorik bir tarzda, Hüsn’ün Aşk’a kavuşmak için çıktığı yolculukla anlatılmıştır.
Bu açıdan Hüsn ü Aşk, tüm kahramanlarıyla, tüm nesneleriyle ve de tüm mekanlarıyla tasavvufi birer semboldür.

Bunu hikayeyi başından itibaren örneklendirmek istiyorum:

Hüsn, Hüsn-i Mutlak’ın yani Allah’ın sembolüdür. Allah, Hüsn’de tecelli etmiştir. Güzelliktir. Bu güzelliğe yönelişin ifadesi Aşk’tır. Aşk saliktir. “Seyr ü süluk”a çıkmıştır. Hüsn’ün güzelliğine kapılan Aşk, ona ulaşabilmek için türlü zorlukları göze alır. Dervişin vahtede ulaşabilmek için çıktığı seyr ü sülukta karşılaştığı zorlukları göze alması ve masivadan kurtulması Aşk’ın yolculuğu ile sembolize edilmiştir.
Hüsn de Aşk da Muhabbet Oğulları kabilesine aittirler. Muhabbet Oğulları kabilesi tasavvufi anlamda tarikatı sembolize eder. Mekteb-i edeb’de ders görürler. Bu onların dergahıdır. Bu mektebde Molla Cünun’dan ders alırlar. Molla Cünun mürşiddir. Onlara yol göstericidir. İrşad ettirendir.
Aşk’ın lalası Gayret onu hiçbir zaman yalnız bırakmaz; bu yolculukta her zaman yanındadır, ona destek olur. Gayret çabayı sembolize eder. Hüsn’ün dadısı İsmet’tir. İsmet ihlası samimiyeti, doğruluğu, dostluğu bir de namusu, iffeti temsil eder. İki aşığın çok yakınlaşmalarına engel olur. Bu iki âşık zaman zaman Nüzhet-geh-i Mana’da buluşurlar. Mana mesiresi anlamına gelen bu bahçe çok güzeldir. Burada Havz-ı Feyz ‘in kenarına oturup eğlenirler. Feyz havuzu coşan, bereketli, verimli bir havuzdur.
Hayret kabile ulularındandır. İki âşığın birleşmesine engel olmaya çalışır. Sühan ise iyi niyetlidir. Eserin en ilginç kahramanıdır. Sühan, Hüsn’ün denetiminde Aşk’ın yolculuğunda mekanlara göre şekil değiştirerek Aşk’a yardımcı olur. Aşk’a gizlice müdahale eder. Aşk’ın vuslata ulaşması için yolculuğunu kolaylaştırır. Tasavvufta dervişin vahdete ulaşması, insan-ı kamil olabilmesi için ona yol gösterecek bir mürşide ihtiyacı vardır.
İşte bu eserde Sühan Mürşid-i kamildir. Aşk’a bu yolculukta her türlü yardımı yapar, ona yol gösterir. Ayrıca bu yardımı Hüsn’ün yani Allah’ın denetiminde yapması ona ayrı bir değer verir. O habercidir, elçidir. Şekil değiştirebilen olağanüstü, kutsal bir varlıktır.
Aşk, kabilenin ileri gelenlerinden Hüsn’ü istediğinde kabilenin ileri gelenleri vuslatın bu kadar kolay elde edilemeyeceğini anlatarak bunun için Diyar-ı Kalb’e gitmesi gerektiğini söylerler. Diyar-ı kalb yine ayrı bir semboldür. Gönlü simgeler. Diyar-ı kalbe gidip orada Kimya’yı bulup getirmelidir.

Kimya tasavvufta önemli bir değere sahiptir. Kimya gizli bir ilimdir. Sihirlidir. Herkes onu anlayamaz. Ayrıca tasavvufta kimyanın Allah’ın sırlarından olduğu ve ancak Allah katında yücelen kişilere nasip olacağına inanılır. Yani Aşk bunu bulup anladığında Allah katına yükselecektir.

Tanrı yüzbinlerce kimya yarattı ama, insan sabır gibi bir kimya görmedi(Mesnevi III:1854).

Aşk çıktığı bu yolculukta bir çok engellerle, meşakatlerle karşılaşır. Yanında yalnız Gayret vardır. Dev kuyusuna düşer. Sühan ihtiyar kılığında gelir ve tılsımlı iple onları kurtarır. Gam harabelerinde kışın cadının elinde tutsak olur. Sühan yine ihtiyar kıyafetiyle gelir ve Aşk’a kurtulmanın yolunu öğretir. Ayrıca Aşk’a Hüsn’den bir kılıç ve bir at (aşkar) getirir. Buradan da kurtulan Aşk Derya-yı Ateş’e gelir. Bu ateş denizinde sadece mumdan gemiler ve acımasız devler vardır. Buradan da tılsımlı hediyeleri sayesinde Gayret’le kurtulur. Yola devam ederler ve Çin ülkesine varırlar. Bir bahçeye varırlar Sühan papağan kılığında gelir ve Aşk’ı Çin padişahının güzel, kan dökücü kızı Hüşruba’ya karşı uyarır. Fakat Aşk bu uyarıyı dikkate almaz ve kıza aşık olur. Hüşruba eserde nefsi simgeler. Aşk nefsine yenik düşmüştür ve kıza aşık olmuştur. Çünkü kız tıpkı Hüsn’e benzemektedir. Sühan sülün kıyafetiyle gelir ve Aşk’ı tekrar uyarır. Fakat bir işe yaramaz. Kız kılıcı çalar ve Gayret’le Aşk’ı Zat’üs-süver kalesine hapseder. Bu kale de sihirlidir. Buradan da ancak Sühan’ın bülbül kılığında gelip akıl vermesi ile kurtulur. Fakat artık Aşk yalnızdır. Yanında ne aşkar ne de Gayret vardır. Aşkı bir bitkinlik sarar. Vuslata eremeyeceğini düşünür ve ümitsizliğe düşer. Sühan bu seferde ihtiyar bir tabib kılığında gelir ve Aşk’ı iyileştirir. Onunla Diyar-ı Kalbe doğru yola çıkarlar. Sonunda padişahın sır dolu sarayına gelirler. Sır perdesi aralanır. Gayret, Hayret, İsmet, Sühan ve Molla Cünun oradadırlar. Sühan sırrı açıklar. Kendisinin yol boyunca Aşk’a değişik kılıklarda yardım ettiğini söyler ve kendi sırrını açıklar. Aşk vardığı diyarın şehriyarının Hüsn adlı bir padişah olduğunu görür. Gerçekte Hüsn Aşk’tır; Aşk da Hüsn’dür. Sühan Aşk’ı Hayret’e teslim eder ve olaylar son bulur.

Tasavvuf bilgisine sahip olmayan biri, eserin sonunu okuduğu zaman, mesnevinin asıl manasını ve sonunu dahi anlayamaz. Eserin tamamine hakim olan sembolizm, son kısımda daha yoğunlaşmış; hatta okuyucuyu asıl manaya ulaştıran mecazi hikaye dahi anlaşılmaz duruma gelmiştir. Bu nedenle bu gibi alegorik hikayeleri tasavvuf felsefesine dayandığı için öncelikle bu konu hakkında bilgi edinilmesi gereklidir. Bu açıdan eserin son kısmı daha dikkatle incelenmelidir.

Aşk bu yolculuk sonunda içsel olgunluğu ulaşmıştır. Bu bir arayış yolculuğudur. Yolculuk sırasında Hüsn’ü arayan Aşk, aslında Hüsn’ün kendisinden başka birşey olmadığını fark etmiştir. Çünkü Aşk, Hüsn’ü kalbinde bulmuştur. Aşk’ın kalbinde mecazi aşk vasıtasıyla ilahi aşk doğmuştur. Hüsn bir mecazdır. İlahi aşka ulaşabilmek için bir köprüdür. Hüsn , aslında Allah’ın bir yansımasıdır. Yani Allah, Hüsn’de taalluk etmiştir. Hakikate ulaşan Aşk, kemal makamına yani “Fark-i Sani” ya da “Cem’ul Cem” makamına ermiştir. Vahdet’e yani Allah’ın birliğine ulaşmıştır. Herşeyin vücud-ı mutlak’ın, yani Allah’ın tecellisi olduğunu anlamıştır ve fenafillaha ulaşır. Kendini de Allah’ın varlığı içinde yok eder. İkilikten kurtulur.

Aşk’ın bu yolculuğu boyunca bir çok aşamalar, engeller vardır. Tüm aşamaları aşmasına rağmen, bir ara Gayret’in yanından ayrılması üzerine Aşk ümitsizlik engeliyle karşılaşır. Artık vuslata erişemeyeceğini düşünür ve ümidi kırılır. Burada Gayret’in eserdeki önemi daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Ayrıca bu engelden onu kurtaran yine Sühan’dır. Yani bu yolculuk kesretlerle doludur. İşte tasavvufta önemli olan dervişin bu kadar kesret içinde vahdete ulaşabilmesidir.

Divan Edebiyatında tasavvuf konusu, felsefesi çok benimsenmiş; tasavvufun mazmunları çok kullanılmıştır. Gerçek mutasavvıf olmayan şairler dahi tasavvufun mazmunlarından çok yararlanmışlardır.
Hüsn ü Aşk’ın işte bu tasavvufi boyutu kendinden önce ve sonra bir çok eserde yer almıştır. Kimisinde yol ve yolculuk, seyr ü süluk işlenmiş, kimisinde mecazi aşk vasıtasıyla ilahi aşka ulaşma konu edilmiş, kimisinde de vahdete ulaşmanın zorlukları anlatılmıştır. Bu bağlamda Hüsn ü Aşk ve benzeri eserlere bakarak bir değerlendirme yapmak gerekirse; Attar’ın yazmış olduğu Mantıku’t Tayr adlı eser, tıpkı Hüsn ü Aşk gibi bir seyr ü süluku anlatır. Bu eserin de ana fikri tasavvuftaki varlıkta birlik yani, vahdet-i vücud felsefesine dayanıyor.
Kendilerine padişah arayan kuşlar, Hüdhüd kuşunun rehberliğinde Simurg’u bulmak için Kaf Dağ’ına doğru yola çıkarlar. Hüdhüd kuşu mürşid-i kamildir. Yol boyunca bir çok engellerle karşılaşırlar. Sonunda tüm engelleri aşan otuz kuş kalır. Kuşlar bir dergaha sığınırlar. Burada bir çavuş onlara birer kağıt verir ve bunları okuyun der. Kuşlar kağıtta yazılı olanları okudukça, bunun kendilerinin başından geçen olaylar olduğunu anlarlar. Sonunda Simurg tecelli eder. Simurg kendileridir; kendileri de Simurg’dur. Zaten Simurg otuz kuş demektir. Sonunda nihayet hepsi Simurg’da yok olur gölge güneşte kaybolur ve fenefillaha ulaşırlar. Bundan sonra da bekabillahı yaşarlar.

Bence bu mesnevi Hüsn ü Aşk ile en çok örtüşen eserdir. Olayların gidiş hattı hemen hemen aynıdır. Sonucu dahi aynı şekilde son bulmuştur. Masivadan kurtulu fenafillah makamına erişilir. Fakat tabii ki üslub farklılıkları vardır. Mesela Mantıku’t Tayr mesnevisinde hikaye içinde hikaye anlatma özelliği vardır. Yol boyunca kuşlar tarafından bazı eleştirilere, itirazlara ve şikayetlere maruz kalan Hüdhüd kuşu, mürşidlik görevini yapar ve kuşlara kısa kısa öyküler anlatarak tasavvufi bilgiler verir.

Şem ü Pervane hikayesinde de benzer bir durum söz konusudur. Pervane Şem’e kavuşabilmek için bir çok ızdıraplar çekmiştir. Acılar çekerek ilahi aşka ulaşmıştır. Pervane hiç durmadan dönmüş, bir süre sonra kendisini Şem’e atarak ikilikten kurtulmuştur. Artık Allah’la var olma makamına erişmiştir.

Aynı durum Leyla ü Mecnun mesnevisinde de vardır. Mecnun Leyla için bir çok acılar çeker. Çöllere düşer. Fakat bir türlü ona ulaşamaz. Sonra Leyla’nın dahi kendi yaratması olduğunu fark eder. Yani Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un kalbidir. Artık Mecnun, Leyla’yı Allah’ın bir yansıması olarak görür ve hakiki Aşk’a ulaşır. Bu nedenledir ki; Leyla Mecnun için dağlara geldiğinde Mecnun onu reddetmiştir. Ayrıca Mecnun, Leyla için duyduğu ızdıraptan şikayetçi de değildir. O Allah’a “Benim aşkımı büyüt” diye dua eder.

Fuzuli’nin bir başka eseri Sıhhat ü Maraz ‘da da yine aynı tema vardır. Zaten bu eser Hüsn ü Aşk olarak da tanınmaktadır. Bu eser iki kısımdan oluşmuştur. Birinci kısımda ruhun beden, dimağ, ciğer, gönül şehirlerine yaptığı yolculuk; ikinci kısımda ise ruhun hüsne ulaşmak için katlandığı meşakatli yolculuk anlatılıyor.

Mevlana’nın mesnevisinden etkilenerek bu eserini yazdığını söyleyen Şeyh Galib, eserinin bir taklit olmadığını ondan etkilendiği malın ortak mal olduğunu söyleyerek aslında iki eserin benzerlikleri konusunda bir ipucu vermiştir. İkisi de tasavvufi temaya dayanır, ayrıca iki eserde de mevlevilik kaynaklıdır. Aşk’ın Hüsn’e ulaşmak için çıktığı yolculukla, Mevlana’nın Şam sokaklarında Şems-i Tebrizi’yi bulmak için çıktığı yolculuk bir paralellik oluşturur. Fakat Mevlana eserini bir hikayeden bir hikayeye geçilerek kurgulanmıştır.
Hüsn ü Aşk mesnevisi hem Şeyh Galib’in yeni üslubu ile hem de Hüsn ü Aşk’ın renkli çeşitliliği ile kendisinden sonra bir çok şairi etkilemiştir.
Özellikle Şeyh Galib’in bizdeki Sebk-i Hindi akımının en büyük mensubu olması onu 20. yy’a kadar taşımıştır. Onun üslubundaki bu kapalılık, çeşitli ve yepyeni mazmunlar, zihni, hayale dayalı şiir anlayışı, renklerle örülmüş mısraları 19. yy Servet-i Fünun şairleri için büyük önem ve örnek taşımaktadır. Belki de bu kadar yadırganmalarına rağmen Servet-i Fünun şairleri, Şeyh Galib yolunda olarak modern sembolizme büyük katkıda bulunmuşlardır.

Şeyh Galib daha 18. yy’da iken Hüsn ü Aşk’ı sembolizmin esaslarına dayandırarak, kapalı bir söyleyişle, yepyeni bir üslupla, renklere dayanan bir kelime kadrosuyla ince ince işleyerek oluşturulmuştur.
Bir çok şairi etkileyen Şeyh Galib ve Hüsn ü Aşk meslevisi romanlara da konu olmuştur. Muallim Naci, Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip, Emine Işınsu bu konuları romanlarında işlemiştir. Ayrıca Turan Oflazoğlu’nun “Güzellik ile Aşk”, “III. Selim Kılıç ve Ney” adlı oyunlarına, Kenan Işık’ın “Aşk Hastası” isimli oyununa da konu olmuştur. Abdülbaki Baykara Dede’nin eserleri arasında bulunan “Hüsn ü Aşk” isimli manzum bir tiyatro da vardır.

Sonuç olarak şu söyleyebilirim ki, Hüsn ü Aşk birkez değil, binlerce kez, tek başına değil, birkaç kaynakla birlikte (örneğin mazmun kitapları, tasavvuf kitapları vb.) sakin bir kafa ile, üzerinde saatlerce düşünülerek ve tasavvufta olduğu gibi yol gösteren kaynağın yardımı ile tasavvuf felsefesini anlamak için okunması gereken bir şaheserdir. Bence bu açıdan değerlendirilecek olursa belki de bir ders kitabı niteliğinde beyit beyit incelenerek okutulması gerekir. Böyle bir eseri okumak bana zevk verdi, ayrıca bu felsefeyi biraz daha kavramamı sağladı. Yapmış olduğum bu küçük değerlendirme, siz okuyucuların dikkatini bu güzel esere çekerse amacına ulaşmış sayılır.

GONCA KUZAY

http://www.ege-edebiyat.org/modules.php?name=News&file=article&sid=195





Ah min'el Aşk


Hüs-ü hat - Mouneer Al-Shaarani (1957-)




HÜSN-Ü AŞK’DAN...
Tardiyye

Hoş geldin eyâ berîd-i cânân
Bahşet bana bir nüvîd-i cânân
Cân ola fedâ-yı iyd-i cânân
Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân
Yârin bize bir selâmı yok mu

Yârab ne intizârdır bu
Geçmez mi nice rûzigârdır bu
Duysam ki ne şîvekârdır bu
Hep gussa vü hârhârdır bu
Vuslat gibi merâmı yok mu

Ey Hızr-ı fütâdegân söyle
Bu sırrı edip iyân söyle
Ol sen bana tercemân söyle
Ketm etme yegân yegân söyle
Gam defterinin tamâmı yok mu

Kâm aldı bu çerhden gedâlar
Ferdâlara kaldı âşinâlar
Durmaz mı o ahdler vefâlar
Geçmez mi bu etdiğim duâlar
Hâl-i dilin intizâmı yok mu

Dil hayret-i gamla lâl kaldı
Gâlib gibi bî-mecâl kaldı
Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
El'ân bir ihtimâl kaldı
İnsâfın o yerde nâmı yok
mu...




Aşağıdaki metin Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 9:1 (2004)'den alıntıdır

1. Hüsn ü Aşk’ta Özel Semboller

Mistik bir hava içerisinde, vahdet-i vücut felsefesinin işlendiği Hüsn ü Aşk mesnevisi, bu yönüyle sembolik anlatıma oldukça uygun bir özellik arzeder. Öncelikle mesneviye ismini veren kahramanlar sembolik anlamlarıylaön plâna çıkar. Aşk ve güzellik gibi mücerret kavramlar şahıslaştırılarak;Aşk, çileye soyunan salikin, Hüsn ise salikin kendisinde yok olacağı “Mutlak Varlık”ın sembolü olur.

Eser üzerine yapılacak basit bir okuma, onu beşeri bir aşk hikâyesinden öteye götürmez. Eser, ancak sembollerin diline kulak verildiğinde kendisini ifşa edip, okuyucusuna Mevlevîlikte geçirilen bir iç tekâmülü anlatır.

Mesnevide Hüsn ve Aşk’ın yanında; Aşk’ın Hüsn’e sebep, Hisâr-ı Kalp’e yaptığı derunî yolculukta karşılaştığı hâller, yaşadığı yer ve muhatap olduğu şahıslar da birer sembol olarak karşımıza çıkar.

Şeyh Gâlib, çileye soyundurduğu müridi, Aşk; müridin içinde bulunduğuMevlevî cemaatini, Benî Mahabbet; tekkesini, Mekteb-i Edeb; Şeyhini,Mollâ-yı Cünûn; asırlar ötesinden kendisine el uzatan gönül mimarı Mevlânâ’yı(Mesnevi), Sühan; bulunduğu ortamın ruhundaki yeşermelerini,Nüzhetgâh-ı Mânâ; gönlüne boşalan nuru, Havz-ı Feyz; Mutlak Güzel’ini, Hüsn; ona ulaşma yolunda temizleyeceği gönlünü, Hisâr-ı Kalb gibi sembollerle örtülü olarak anlatmıştır. Ayrıca Aşk’ın, Hüsn-i Mutlak’la aynı oluncaya dek karşılaşacağı müşkülleri ve ruh hâlini de Kuyu, Cadı, Dev, Ateş Denizi, Kış ve Karanlık, Hoşrüba, Zatü’s- Suver Kalesi gibi sembollerle ifade etmiştir. Hikâye, “gerçeklerin ve simgelerin birbirine girdiği”( Holbrook, 1998:100) bir “Mevlevî cemaatinin” (Türinay, 1995: 102) anlatıldığı Benî Mahabbet kabilesinin tavsifiyle başlar:

Ammâ ne kabîle kıble-i dert
Bi’l-cümle siyâh-baht u rû-zerd
Hârgehleri dûd-ı âh-ı hırmân Sohbetleri ney gibi efgân (H.A.244, 247)

Bu kabilenin bir Mevlevî cemaati olarak düşünülmesinde ney’in, insan-ı kâmil olan sembolik anlamı büyük bir rol oynar. Ayrıca siyeh-baht urû-zerd, dûd-ı âh-ı hırmân metaforlarının yanında temmuz güneşi giyip ateş içmeleri, canı gizli bir yanışa satmaları gibi sembolik açılımları olan imajlar,zihnimizde fakirliği, kanaatkârlığı, dünya malına önem vermemesi veaşk derdiyle hoş olması gibi özellikleriyle derviş tipini şekillendirir.Hikâyede, kahramanların biribirine duyduğu kalbî alaka ilk olarak Hüsn’de görülür.

Var bunda bir âşikâre mânâKim Hüsn idi Aşk’a âşık ammâ (H.A.579)

İbn Arabî; Allah’ın, kullarına duyduğu sevgiyle onları, kendine bağladığını ifade eder ( Arabî, 1998 : 95). Nitekim Hüsn, Aşk’a duyduğu sevgiyleonu kendine bağlar. Gâlib, Hüsn’ün tavsifinde geleneğin itibarî güzelinin tüm vasıflarını akıcı bir üslupla anlatır. “Tanrı, insana benzetilerek anlatılabilir.Çünkü O, insanı kendisine benzeterek yaratmıştır” (Wellek-Warren,1983: 267). Hikâyenin ilk bölümünde zihnimizde bir kız olarak şekillenen Hüsn, son bölümde insanî vasıflarından sıyrılıp İlahî güzelliğin sembolü olarak karşımıza çıkar. Hüsn’ün, İlahî güzelliğin sembolü olması hususunda dikkate değer olan başka bir özellik de hikâyenin aktif kişisi konumundaki Aşk’ı perde arkasından, onun idare ediyor olmasıdır. Bu durum, hikâyenin sonlarına doğru Sühan’ın dilinden okuyucuya duyurulur:


Bir bende-i şermsârıyım benFehmeyle ki hâksârıyım ben (H.A. 1511)

Hikâyede tüm güzelliklerin Hüsn’e benzemesi ‘lâ-mekân’ olmasına rağmen Hisâr-ı Kalb’de bulunması gibi özellikler, onun İlahî güzelliktenbaşka bir şey olmadığının açık delilleridir. Ezelden aşıklık istidâdı olan Aşk, Hüsn yansımasıyla Mutlak Varlık’ın peşinde koşar. Bu uğraş pek kolay olmaz. Zira Aşk, daha gözlerini açmadanacı çekmeye başlar ve ıstırap kundağına sarılır:

Bed’eyledi Aşk piç ü tâba Bendoldu kımât-ı ıztırâba
Yaptırdı sipihr-i pür-felâket
Tâbûttan ana mehd-i râhat (H.A.316, 317)

Bu beyitlerde geçen “sipihr-i pür-felâket”, Aşk’ın sarıldığı ıstırap kundağıve uyuduğu tabuttan beşik, sembolik anlamlarıyla ön plâna çıkar. Beşik-tabut gibi birbirine zıt kavramların beraberinde getirdiği doğum-ölüm mefhumları arasında, hayat çizgisi yer alır. Anlamlı bir bütün dahilinde birleşenbu zıtlıkların iç içe geçmiş hâlleri hayat çizgisinin kısalığını ifade edergibidir. Aşk’ın üzerine sarılan kundağın ıstırap oluşu ise bu kısa hayatı, ‘yaşamıyormuş gibi yaşıyor’ olacağına işaret eder.

Burada dikkati çeken bir başka husus da kundağın, insan hayatına giren ilk maddî varlık olmasıdır. Bu maddi varlığın ıstırap olması, mutluluğunmadde dışında aranması gerektiğini akla getirir. Ayrıca kundağın, insanısaran bir bez parçası olduğu ve tabuta girecek olan insanın da bir bez olan kefene sarılacağı düşünüldüğünde, Aşk’ın tabuttan beşikte dinlenmesi ayrıbir önem kazanır ve ‘kımât’ (kundak), yaşamla ölüm arasına gerilen şeffaf bir bez olur


Ammâ yine gamdan idi bîzâr

Râhat döşeğinde sanki bîmâr

Bir hâl ile eylemezdi ârâm

Titrerdi misâl-i şu‘le-endâm (H.A. 327, 328)

Aşkın rahat döşeğinde gam içinde olması ve güzelliği yansımada aramasıonu bir iç tekâmüle sürükler. Bu tekâmül esnasında kendini bilecekolan Aşk, sonunda Rabb’ini bilecek ve dahi ona kavuşacaktır.Aralarında mecâzi aşktan öte bir bağ bulunan kahramanların hocalığını Mollâ-yı Cünûn yapar.

Tek başına kudretli bir padişah olan, konuşunca cihânı susturan Mollâ-yı Cünûn, üstün bir otoritenin temsilcisi olur (Aktaş,1991: 65). Mollâ-yı Cünûn’un tavsifinde geçen ifadeler, aşk ve ilhamın rehberliğinde dinin iç yüzüne yönelen “aklı fener, aşkı güneş” olarak bilen bir şeyhi zihnimizde şekillendirir. Kimi beyitlerde de tasavvuftarihi içerisinde birçok kez şeyhlere atfedilen kerametlere ve onların yanında varlığını yokluğa satarak, çileye soyunan dervişlere göndermeler yapılır:

Allah’a bile olursa serkeş


Havf eylemez anı yakmaz âteş


Başlı başına bir özge sultan


Askerleri var serâser uryan (H.A.366, 367)

Tasavvufta, kişinin İlahî aşk yolunda ilerlemesi için, kitap ve sünnet ilmine vakıf olan bir şeyhin önderliğinde hareket etmesi öngörülür (Eraydın,1984: 317). Şeyh, Allah’a ulaşma gayretinde olan müride, bu amaca ulaşmasında himmet elini uzatan kişidir. O, tarikât terbiyesi içinde büyük bir yaptırım gücüne sahiptir. Nitekim hikâyede Aşk, Mollâ-yı Cünûn’un da isteğiyle derunî ikliminde yapacağı zorlu Hisâr-ı Kalb yolculuğuna çıkar. Mollâ-yı Cünûn’un bir şeyh olarak karşımıza çıktığı hikâyede, onun hocalık yaptığı Mekteb-i Edeb de bir tekkenin sembolü olur.Mekteb-i Edeb’in anlatıldığı beyitler, Hüsn ve Aşk’ın vasfında tüm ikiliklerinvahdeti işaret etmeye başladığı bölümdür.

Bir kışra girip dü mağz-bâdâm


Bir mektebe vardılar edeb nâm


Bir beyt olup iki tıfl-ı mısrac


Mânâ-yı latife oldu matlac (H.A.343, 344)

İki badem içinin bir kabuğa girmesi, iki mısraın bir mana matlası oluşturmasıgibi vahdete yönelik bu ifadelerle, hikâyenin sonuna göndermeler yapılmaktadır. Ayrıca yere ve/ya göğe sığmayan Allah’ın, mümin kulunun kalbinde yer edinmesi gerçeğinden hareketle; âşık ve maşukun vahdet kalıbı olarak döküldükleri ‘âyine, fanus, kışra, şah’ ifadelerinin, birer sembol olarak Aşk’ın (mürit) kalbini işaret ettiğini söyleyebiliriz.Aşk’ın aktif duruma geçmediği, yani çileye soyunmadığı dönemlerde, ruhundaki dalgalanmaların ve yeşermelerin sembolü olan Nüzhetgâh-ı Mânâ,minyatürü andıran anlatımıyla okuyucunun gönlünce yarattığı bir yerolur:

Nüzhetgâh-i Mâni öyle bir yer


Kim âbı benefşe hâki anber (H.A. 633)

Dekoru oluşturan bir başka husus da Havz-ı Feyz’dir. Hikâyenin sonunda kalp diyarında da zikredilen bu havuzu, İlahî nurun insan gönlündeki yansıması olarak yorumlamak mümkündür:

Mircat-i cemâl-i şâhid-i gayb


Ol havz-i celî idi bilâ-rayb (H.A. 677)

Mesnevide, gönlü genç bir ihtiyar olarak şahıslaştırılan Sühan’ın (söz),İslamî tefekkür içerisindeki yeri uzun uzun anlatılır. Sühan iyiliğin, yardımın temsilcisi olarak değer kazanır (Aktaş, 1991: 64). Hâkim bir bakış açısı içerisindeolan Sühan’da, olayı önceden yaşamış bir bilge edası vardır. Bu bilgeher defasında; sülün, bülbül, tabip gibi değişik şekillere bürünerek, Aşk’ın karşılaştığı müşküllerin halli hususunda, zaman ve mekân mefhumlarını lağvedip, ona yardımcı olur.Kendisi de bir Mevlevî olan ve bizzat çileye soyunan Gâlib’in; Aşk’ın müşkülatını Mesnevi’nin manevi ilhamıyla çözdüğünü söyleyebiliriz. Mesnevi,geniş hacmiyle seyr ü süluka giren müritlerin, bu yolda karşılaşacağı müşküllerin halline yönelik olarak düzenlenmiştir (Pala, 1995: 375).

Gâlib, hikâyeye başlamadan evvel “Mevlânâ’nın Vasıflarına Dair” adlı bölümde Mevlânâ’nın; hakikâtin sırrı, aydınlık dolu sözlerini bir mana meş’alesi olarak değerlendirir ve hep onun rehberliğinde aydınlığa yürüdüğünü söyler.Böylece Sühan’ın geri plândaki anlamı, zihnimizde ‘Mesnevi’ olarak şekillenmeye başlar. Hikâyede Sühan’ın yanı başında bulunan İsmet ve Gayret , Hüsn ile Aşk’ın, Sühan’ın telkinleri doğrultusunda hareket etmelerine yardımcı fonksiyon üstlenmiş şahıslar olarak karşımıza çıkarlar (Pala, 1995:92).

Hayallerin, mücerret kavramların şahıslaştırıldığı eserde, ateşli bir dadı olan İsmet; İlahî aşkın zuhur edebileceği gönül saflığının, masumiyetin sembolüolur. Gayret, her zaman Aşk’ın yanında olan ve ona lalalık eden şahıstır.O da bu semboller dünyası içinde “sabır ve mücadele” olarak yerini alır.Gayret, Aşk’ın sabrının ve metanetinin de denendiği, Hisâr-ı Kalb yolculuğunda,Aşk’a adeta bir ‘yar-ı gâr’ olup onu muzaffer kılacak olan etmenlerin başında gelir.Hüsn ü Aşk hikâyesinde temel vaka, esere ismini veren iki kahramanarasındaki kalbî alakanın devamına mâni olmak isteyen, Hayret’in müdaha Fıratlesiyle başlar. Hikâyenin Hayret’e ayrılan bölümlerinde, onu sosyal otoritenintemsilcisi olarak düşünmek mümkündür (Aktaş,1983: 104).

Ancak hikâyede,‘vuslata inkılap eden aşkı’, böyle bir mecra üzere akıtan Hayret’in,sevgilinin yüz güzelliğine ayna olması onu bir kendine geliş-kendinden geçiş olarak da düşünmemize imkân tanır.

Hayret beni kıldı zâr u muztar

Gayret sana düştü ey dilâver (H.A. 896)

Hüsn ile Aşk ın beraberlikleri, Hayret’in araya girmesiyle sekteye uğrar.Aşk bu engeli Hüsn ile evlenerek aşmak ister ancak kabile uluları, bunun için “başlık parası” (Holbrook, 1998: 104) mahiyetinde, Hisâr-ı kalb’den kimyayı almasını isterler. Aşk, yoldaki tehlikelerin varlığından haberdar olduğu hâlde bu şartı kabul eder. Zira Aşk, bir kez aşka düşmüştür: “Aşkk ederi, öyle cesaretlendiricidir ki hiçbir soylu yürek, böyle bir kez cesaret buldu mu ona ilgisiz kalamaz ve bildik yollardan bilinmeyen tehlikelere atılır” (Campbell,1994: 50).

Aşk’ın içinde bulunduğu ruh hâli, Hüsn’e karşıduyduğu iştiyak, böyle bir sınavı zorunlu kılar. Çünkü “mürit, ancak nefsterbiyesi ve ruh temizliğiyle, kalbî tecellîye mazhar olur” Bunun için de “masivadan geçmek, alaik kaydından çözülmek, nefse hâkim olmak ve eneyi mahvetmek gerekir.” (Levent, 1984: 23). Aşk, “gerçek” olana ulaşma arzusundadır ve “gerçek”e ulaşmak için gidilecek yol her zaman büyük engellerden geçer (Eliade, 1992: 81). Yol zahmetlidir, tehlikelerle doludur. Çünkü yolculuk, geçici ve yanıltıcı olandan, gerçeklik ve ebediyete;insandan Tanrı’ya geçiş ayinidir (Eliade, 1994: 31). Bunun neticesinde kemalat, insan-ı kamil olmak söz konusudur.Aşk’ın “gerçek”e ulaşmak için yaptığı Hisâr-ı kalb yolculuğunda karşılaştığıilk engel bir ‘kuyu’ olur. Ayların, yılların kemendinin dahi dibine ulaşamaması; içinde devlerin, feryatların bulunması gibi özellikleriyle masalsı bir hâl alan ‘kuyu’, müridin soyunduğu uzun çileyi anlatmakla vazifelidir.

Aşk’ın “miracını” tamamlaması, kuyuya düşmeyi zorunlu kılar:

Düştüğüne eyleme teessüf

Mîrâcını çehde buldu Yusuf (H.A. 1266)

Güzelliklerin kolay elde edilemediği dünyada, en güzelin peşinde olan Aşk, kuyu gibi daha birçok güçlükle karşılaşacak ve ruhi olgunluğa ulaşacaktır.Aşk’ın kuyudan kurtulmasında ona, Sühan yardımcı olur. Sühan kuyuda bir ip olduğunu söyler.Kim ol reseni dutarsa muhkem Hıfzeyler anı o ism-i Â’zam (H.A. 1304)Sühan’ın telkinleri doğrultusunda, ism-i A’zam yazılı olan ipe tutunan Aşk, böylelikle ilk engeli aşar. Buradaki ipi, seyr ü süluka giren Aşk’ın yapacağı“zikr” olarak düşünmek mümkündür.Kalbin derinliklerine yapılan Hisâr-ı Kalb yolculuğu, gam harabelerindebir kez daha kesintiye uğrar. Aşk’ın alaik kaydından çözüleceği bu bölümde karşılaştığı kar ve karanlık, onun ruhî dalgalanmalarını ifade eder.

Aşk, bu derunî çalkantılar içinde ansızın gördüğü, her yanından ateşler akancadının ‘kâm alma’ isteğiyle, kendini cinselliğin anaforunda bulur. Ancak kuyudan kurtulan Yusuf soylu, bu ‘düzah’tan da yine Sühan’ın yardımıyla kurtulur.Sühan, aşk-ı İlahînin kendisini seven maşukuna her zaman ihsanda bulunacağını söyler ve Aşk’a, O’ndan hediye olarak getirdiği ah kılıcı ve Aşkaradlı atı verir. Ah kılıcı ve Aşkar, kendilerine ayrılan bölümlerde ateş metaforu etrafında, muhayyileye gelmeyecek imajlarının yoğunluğu içinde tavsifedilir.

Aşk’ın yolculuğa devamında yardımını göreceği, ah kılıcı ve Aşkar’ı,İlahî aşkın gönlü yakarak yeşerten ihsanı olarak değerlendirebiliriz. Kılıç ve atı alan Aşk, gam çölünde vahşi hayvanlarla, gulyabanilerle ve devle mücadeleye girişerek, mutlak varlığa ulaşmaya çalışır. Kahramanların, canavarlarla boğuşması tüm geleneklerde rastlanan kabul ayinlerine özgü bir sınavdır(Eliade, 1992: 190). Aşk’ın bu sınavdan sonraki durağı “ateş denizi” olur.

“Gül ateş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş/ Semender-tıynetân-ı aşka besdir lâlezâr âteş” diyerek her şeyi bir anda ateşe dönüştüren Gâlib, içinde yanan İlahî aşkın ‘meşhûr-ı cihân’ olan ateş özelliğiyle eserini ateş deryasınaçevirir.

Zihnin zirvesinde bir alev gibi işleyen Gâlib muhayyilesi, çileye soyunan Aşk’ın ruhî değişimini, “kaynağı bulunması gereken bir aşk olan,ateş” (Bachelard,1999: 36) temiyle anlatır. Aşkın ruhanî düzlem içerisinde kemâle yaptığı yolculuk esnasındaki karşılaştığı tüm hâller, ateşîn mısralarla anlatılır. Zira “hızlı değişen her şey, en kolay ateşle anlatılabilecektir”(Bachelard, 1999: 17). Gâlib’in ateşi, hikâye içerisinde oldukça farklı özellikleriyle karşımıza çıkar. Cadının tavsifinde cehennemî bir ateş, tüm kötülüğüyle gözler önüne serilirken, sakiye hitap bölümünde ise sâkînin sunduğu kadehte bir nur olur:

Sâkî getir âteş-i sabûhu

Nûr eyle o âteş ile rûhu (H.A. 1536)

Aşk’ın macerasını anlatmak için özellikle seçilen ateş “tüm olgularar asında iyiliği ve kötülüğü aynı anda taşıyabilen tek olgudur” (Bachelard,1999: 17). Ateş ve deniz gibi iki zıt mefhumun arkasındaki değişim ve sürekliliğin(Fromm, 1997: 36) yekpare bir bütün olduğu ateş denizi, Aşk’ın kemâle erme yolundaki değişiminin sürekliliğini ifade eder. “Aşk’ın bilincinin biçimlerinden biri olan ateş denizi” (Holbrook, 1998: 93), onun ruhunun kemâl mertebelerinden geçişini simgeler.Hüsn’e doğru yol almaya devam eden Aşk, bela ateşlerinden kaknüs gibi tazelenerek geçer ve Çin sahillerine ulaşır. Yolculuğun bu durağı, okuyucunun muhayyilesinde Cennet’ten bir köşe olarak şekillenir. Hoşrübâ da bu Cennet’in hurisi olur:


Vaktâ ki ne gördü Aşk-ı pür-şûr

Ol bâğa erişdi bir bölük hûr (H.A. 1626)

Hoşrübâ, ismine yakışır bir işle Aşk’ın aklını başından alır. Âşıkların,vahdete giden zorlu yolda karşılaştıkları her şahısta sevgiliyi gördüklerinihayal etmeleri (Arabî, 1998: 89) gibi, Aşk da karşılaştığı Hoşrübâ’yı Hüsn zanneder ve bir anda onun cazibesine kapılır.

Ve’l-hâsıl o mihr-i âlem- ârâ

Yek-pâre cenâb-ı Hüsn’i zîbâ (H.A.1637)


Mecazî bir gönül bağının yaşandığı bu bölümde, Çin/Şin isminin çağrıştırdığı resimlerle dolu olan Zatü’s-Suver Kalesi, dünya olarak karşımıza çıkar.Tüm resimlerin bir hayal oyunundan başka bir şey olmadığı bu kale, Eflatun’un ''mağara ideası''ndaki dünya hayatını akla getirir. Nitekim dünyanın birhayal oyunu olarak tasavvuru, Divan şiirinde sık kullanılan bir durumdur.Kur’an’da da dünya hayatının bir oyundan ibaret olduğuna işaret edilir:En’am 32, Ankebut 64, Muhammed 36, Hadid 30 (Pala, 1995: 31).


Gâlib,dünya hayatını ‘âlem-i misâl’, ‘âlem-i suret’, ‘âlem-i hayal’ gibi geleneksel biçimlerde ifade etmek yerine; “Kalca-i Zatü’s- Suver”i tercih ederek Divanyolundan ayrı bir zemine geçmiştir.Tehlikeli yolculuğunun bu durağında Zatü’s-Suver kalesine hapsedilenAşk, kaleden kurtulmak için yaptığı ilk hamleden sonuç alamaz:

Tayyetmeye başladı o râhı

Bir anda reh-i hezâr-ı mâhı

Çün mağribe mihr olurdu vâsıl

Katc edememiş dügâme menzil (H.A. 1727, 1728)


Aşk’ın bir anda bin aylık mesafeleri aştığı hâlde, kaleden kurtulmakiçin yaptığı hamlede iki adım yol alamaması, masalların tekerleme kısımlarını hatırlatır. Masal kahramanlarının da yıllarca süren yolculuklarının, bir arpa boyunu geçmemesi zamanın ve mekânın itibâriliğine bağlıdır. Zamanda mekân da, kişinin ruhî durumuna göre şekillenen mefhumlardır. Gâlib’inhayal âlemlerine saldığı Aşk’ı, ebediyeti arayan ruhunun, dünyevî zamanlardaaldanmamasıyla oluşan derunî girdapta kalır. Geçen zamanın uzunluğunun aksine, alınan yolun kısalığı hatta hiçliği, Aşk’ın yolculuğunun sonu hakkında ipucu verir.Aşk, kendisini bitkinliğin sarıp yolculuktan şikâyet ettiği bölümlerdebir gölge gibi olup atından düşecek kadar maddî varlığından sıyrılır ve‘ene’yi mahveder.


“Fizik plânında gerçekleşen zorlu bir seyahatten ziyade insanın doğrudan doğruya içinde seyrettiği ruhî bir hâl olan Hisâr-ı kalb yolculuğunda” (Türinay, 1995: 98) menzile ulaşan Aşk, gördükleri karşısında oldukça şaşırır. Aşk’ın yolculuğun sonunda geldiği yer, yola çıktığı noktadan başka bir yer değildir. Bu yolculukta karşılaşılan her müşkül gönül aynasına atılan bir cila olur. Zira Aşk’ın, Hüsn’ünü bulacağı yegâne yer kalbidir. Allah’ın arşı olan mü’min kalbi, onun kendisini ve tüm kâinatı bulabileceği bir derinliktir. Aşk, Hayret’iyle, Sühan’ıyla, Mollâ-yı Cünûn’uyla,İsmet’iyle, kabile ulularıyla birlikte, yolculuktan evvelki tüm şahıs ve mekânları Hisâr-ı Kalb’de bulur. O, sanki başladığı yere gelmiştir. Cennet’le mistik bütünleşmeyi meydana getiren her zaman, paradoksal bir geriye dönüş, tarih ve zamanı ilga eden bir geriye sıçramadır (Eliade, 1992: 202). Aşk,böyle bir geriye sıçrama yapıncaya, daha doğrusu gönül dairesinde başladığı noktaya gelinceye dek geçirdiği yolculukta; Cenâb-ı Hüsn’den “başka mevcut olmadığına, daha önce var olan her şeyin hakikatte yok olduğuna”(Kam,1931: 103) tüm âşıklar gibi, şahadet eder:


Kim Aşk Hüsün’dür ayn-i Hüsn Aşk (H.A. 1999a)


2. Hüsn ü Aşk’ta Geleneğe Bağlı Semboller

Divan şiirinin son demlerinde incelmiş bir zevkle karşımıza çıkanGâlib, yüzyılların süzgecinden geçen şiirleriyle, usta şairlerin mirasını kullanabilmekgibi bir imkâna sahiptir.

Bu durum her ne kadar, “söylenmiş olanın daha önce söylendiğinden , söylenmemiş olanın da daha önce söylenmediğinden kabul görmediği (Tarlan, 1981: 11) Divan yolunda olumsuz bir hâlarz etse de Gâlib’in üstün şairlik yaradılışıyla olumlu bir hâl alır.Divan şiiri geleneğinde; gül, bülbül, şemc, pervane, mey, sâkî, bahçe,bahar, rüzgar, gonca, mah, güneş v.b... metaforlar etrafında zengin hayallerkurulmuştur. Bu metaforlar, sıkça tekrarlandığından zamanla sembolik birdeğer kazanmışlardır(Wellek-Warren,1983: 253). Gâlib, bu kelimelerin kazanılmış anlamlarından istifade ederek, söz hazinesini fazla harcamadan zengin çağrışımlı mısralar dizebilmiştir. Gâlib’in kendi özgün soluğunun dahissedildiği geleneksel sembollerden bazıları şunlardır:

Bilmem ki ne rüzgâr esti

Gül soldu hezar savtı kesti (H.A. 829)

Divan şiirindeki geleneksel anlamıyla, ‘geçen zaman’ olarak kullanılan“rüzgar”, olumsuzluğu getirerek, sevgilinin sembolü olan gülü soldurup;rengi, bedeni, dertli inlemesiyle âşığın sembolü olan bülbülün sesini keser.Eserin dört ayrı yerinde karşımıza çıkan Hıtab-ı Sâki bölümlerinde; mey ve saki kelimeleri, konuya da paralel olarak İlahî aşk ve şeyh anlamlarındakullanılır.

Sâkî kerem eyle bî-dimâğım


Pâ- beste-i rişte-i ferâğım


Mey ver ki bu dert çaresizdir


Deryâ-yı sühan kenaresizdir (H.A.530,531)


Sâkîden istenilen şarap, mecaz kisvesine büründürülmüş bir içki olupsadece irfan zümresinin idrakine sunulmaktadır. Uzun ve manzum hikâyelerdesâki ile muhataba ve ondan zihin açıklığı için şarap istemek adettir.Burada sâki de şarap da semboldür (Mevlevî, 1994: 128) ve ancak yetkinliği olanlar bunların ifade ettiği gerçeklikle muhatap olabilmektedirler.Olsun meh ü mihr-i çarh me’nûs

Pervâne ve şucle cevv-i fânûs (H.A.355)

Mihr ve meh kelimeleri geleneksel anlamıyla sevgiliyi ifade ederler.Gâlib, aralarındaki sevginin karşılıklı olması sebebiyle kahramanların herikisi için de meh ve mihr kelimelerini kullanır. Geleneksel olarak âşık ve maşuk için kullanılagelen pervane ve şule kelimeleri aynı konumlarını muhafaza ederler. Ancak burada pervanenin ve/ya şu’lenin kim olduğu aydınlatılmayarak, karşılıklı sevgili ve âşık olan Hüsn ile Aşk’ı bir fânusa sokma esas alınmıştır.

Eserde daha birçok geleneksel sembole rastlanır. Ancak şunu da belirtmeliyizki bu semboller Gâlib’in şahsi tasarrufuyla renkli bir hâl alıp okuyucununmuhayyilesinde zengin çağrışımlara kapı aralar.


Sonuç Mutlak varlık dışındaki tüm varlıkları, mutlak gerçekliğin bir yansıması,bir sembolü olarak gören tasavvuf ehli, mutlak varlıkla ilgili derin düşünceleriniifade ederken yine sembollerden istifade etme yoluna gitmişlerdir.Zira akılla algılanması ve günlük dille ifade edilmesi mümkün olmayan soyut gerçekliklerin anlatılmasında sembollerin kullanılması kaçınılmaz bir olgudur. Bu bağlamda sembolik dilin idraki herkes için mümkün olmamakta ve sembolik yapı arz eden eserler de okuyucunun idraki nispetince farklı anlam tabakaları içerisinde alımlanmaktadır.Sembolik yapının gözardı edildiği bir Hüsn ü Aşk mesnevisi bize, sevgilisine kavuşmak için mücadele eden bir âşığın macerasından başka bir şey anlatmaz. Ancak eseriyle çığır açmak gibi bir misyonu yüklenen Gâlib, eskilerin usulünden daha ileri giderek, engin muhayyilesinin kendisine sunmuş olduğu imkanlar dahilinde oldukça farklı bir şekilde konuşmayı tercih etmiştir.Gâlib’in konuştuğu bu farklı dil de, onu zamanın ve mekânın dışına taşıyan, anlam ve çağrışımların ön plânda olduğu sembollerin dilidir.


Gâlib, varlığın en gizli gelişim ve değişimlerini semboller vasıtasıyla Hüsn ü Aşk mesnevisine şifrelemiştir. Bu bağlamda eserin ifade ettiği içsel tekamüle nüfuz edebilmek sembollerin, yaptıkları çağrışımlarla birlikte değerlendirilmesinden geçmektedir.



KAYNAKÇA
Aktaş, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ, Ankara
__________ (1983), “Roman Olarak Hüsn ü Aşk”; Türk Dünyası Araştırmaları, Aralık,
S.27
Arabî, İbn (1998), İlâhi Aşk, İnsan Yayınları, İstanbul
Bachelard, Gostan (1999), Ateşin Tin Çözümlemesi, Öteki Kitabevi, Ankara
Bilgegil, Kaya (1992), “Hüsn ü Aşk’a Dair”, Hüsn ü Aşk, Dergâh Yayınları, İstanbul
Campbell, Joseph (1994), Yaratıcı Mitoloji, İmge Kitabevi, Ankara
Eliade, Mircea (1992), İmgeler Simgeler, Gece Yayınları, Ankara
______,______(1994), Ebedî Dönüş Mitosu, İmge Kitabevi, Ankara
Eraydın, Selçuk (1997), Tasavvuf ve Tarikatler, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları İstanbul
Froom, Erich (1997), Rüyalar Masallar Mitoslar, Arıtan Yayınları, İstanbul
Holbrook Victoria (1998), Aşkın Okunmaz Kıyıları, İletişim Yayınları, İstanbul
Kam, Ömer Ferit (1931), Vahdet-i Vücut, İstanbul
Korkmaz, Ramazan (2002), İkaros’un Yeni Yüzü Cahit Sıtkı Tarancı, Akçağ Yayınları,
Ankara
Olgun, Tahir (1994), Edebiyat Lügati, Enderun Kitabevi, İstanbul
Pala, İskender (1995), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ, Ankara
Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk (1992), (Haz. Orhan Okay- Hüseyin Ayan), Dergah, İstanbul
Tarlan, Ali Nihat (1989), Fuzûlî Divanı Şerhi, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul
Türinay, Necmettin(1995), Klasik Hikâyenin Son Merhalesi Hüsn ü Aşk, Şeyh Galip Kitabı,
(Yay.Haz: Beşir Ayvazoğlu) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı
Yayınları No: 18, s. 87- 122,İstanbul
Wellek- Warren (1983), Edebiyat Biliminin Temelleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara
Yakıt, İsmail (1993), Batı Düşüncesi ve Mevlana, Ötüken, İstanbul
Yıldırım, Ali (2002), “Nedim’in Şiirlerinde Somutlaştırma” F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi,
C.12, S.2, s. 211-218




Arş. Gör.Ahmet DOĞAN / Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 9:1 (2004)

Yeniden Var Olmak

İnsanın öldükten sonra dirilmesi, tâbi olduğumuz âlemin şartlarında mümkün değildir. Kur’ân’a göre “ba’sü ba’d-el mevt” ancak Âhiret için söz konusudur. Fakat yenilenmek mânâsında yeniden doğmak; dünya hayatında, zor da olsa, mümkündür. Kaknüs kuşu efsanesinde olduğu gibi yeniden doğmak, ruh ve mânâda tazelenmek öyle zannedildiği gibi kolay değildir. Temizlenmek tazelenmenin ön şartıdır. Temizlenme, tazelenme ve yeniden doğmanın yolu, Kaknüs kuşu efsanesinde anlatıldığı üzere, sineleri kebap eden ateşlerden geçer. Kaknüs efsanesi, Mantıku’t-Tayr’da şöyle anlatılır: Vatanı Hindistan olan Kaknüs’ün güzellikte eşi benzeri yoktur. Ney’e benzeyen uzun ve kuvvetli gagasında yüze yakın delik vardır. Her delikten farklı bir ses çıkar ve çıkan her ses, başka bir nağmenin ifadesidir. Kaknüs öttüğü zaman, diğer bütün kuşlar susar. Onun sesinin güzelliği hepsinin aklını başından alır. Ömrü bin yıla yakın olan Kaknüs’e öleceği vakit hissettirilir. Kuş, ölüm vakti yaklaştığında topladığı çalı çırpının ortasına geçer ve çeşitli nağmelerle feryada başlar. Gagasındaki her delikten ruhunun bir tarafına ait farklı bir nağme çıkar. Ölüm korkusundan hazan yaprağı gibi titrer. Yakıcı feryatlar, âdeta gönüllerden kan damlatır. Kaknüs nihayet bir nefeslik ömrü kaldığı an kanatlarını şiddetle çırpar ve kanatlarından çıkan kıvılcımla alev alır. Çıkan ateş, kuşun çevresindeki çalı çırpıyı da tutuşturur ve nihayetinde kuş tamamıyla yanar. Hiç ateş kalmadığı bir anda Kaknüs’ün külünden başka bir Kaknüs yaratılır. Aşk ateşi, Kaknüs’ün küllerine varana dek yakan ve yeniden var olmasına vesile olan ateşe benzer. Yeniden var olmak isteyen kalbin yolu, ateşlerde yanmaktan geçer. Kalb, ancak ateşlerde yandıktan sonra yeniden var olabilir. Fânî sevgi ve ilgiler; ötelerin şarkıları ve ızdırapla ateş olur kavrulur. Böylece maddenin boyası silinmeye başlar. Kalbde aşk ateşiyle yanan, fânîliklerdir. Çünkü kalb, hasretle mesafelere isyan eder. Fîrak vadilerinin azığı hüzün olmuştur artık. Vuslata iştiyak, fânî hisleri bir ateş gibi yakar. Cehennem ateşi, bizim öte dünyaya götürmüş olduğumuz fânîliklerimizi yakmak için değil midir? Kalbimizde taşıdığımız fânîlik ve fenâlıkları, Âhiret’e yakıt malzemesi olarak götürmemek için, yürekleri kebap eden bir ateşle imha etmek gerekir. Bazen fânî bir insan, başka bir fânî için ateşlerde yanar. İşte o zaman kalb, bir yangın meydanı hâline gelir, tutuşur. Öyle olur ki, bu yangında madde âleminin Leylâ’sı kül oluncaya kadar yanar ve sonra birden Mevlâ aşkı çıkar ortaya. Belki de bazen mecazî bir aşkla yanan kişinin küllerinin içinden bir şehit oğlu şehit çıkar; yani Allah’ın varlığının şâhidi. Âşıkla şehit bir noktada birleşir. Şehit, Allah için canından vazgeçer. “Allah korkusundan ağlayan gözle, sınırda nöbet bekleyen göz Cehennem azabı görmez.” buyuruyor Allah Resulü (sas). Burada Allah korkusundan ağlayan göz, âşık bir kalbin gözüdür. Âşıkların gözüne de sınırda nöbet bekleyen askerin gözü gibi uyku girmez. Bu yüzdendir ki şair: “Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilirMübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat”diye haykırır.Mehmet Akif, Ravza-yı Tâhire’nin parmaklarına tutunup gözyaşı döktükten sonra vefat eden Sudan’lı bir hacıyı şöyle konuşturur: “İradem olduğu gündür Sen’in iradene râm, Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhal ettim;Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim!Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü...Nücuma sor ki bu kirpikler hiç uyku görmüş mü? Âşıkların gözüne uyku neden girmez. Bu sorunun cevabını Şeyh Gâlib’den öğrenelim:

“Bir şu’lesi var ki şem-i cânın

Fânusuna sığmaz âsumânın”

Can (gönül) mumunun âsumânlara (göklere) sığmayan bir ışığı olursa, böyle bir gönül gözüne kolay kolay uyku girmez.Fakat neden ağlar âşık? Muhyiddin ibn-i Arabî’ye göre: “Allah bir kuluna vecdin herhangi bir çeşidiyle mânevî zevk duyacağı bir maarif inzal etmek murad eylediğinde, kalbin üzerine bir kurb serinliği inzal eyler; yakınlığı serinlik şeklinde duyulur.” Allah’a olan yakınlığın serinlik şeklinde duyulması ise gözyaşı iledir. Tasavvuf ehline göre vecdin kulda en az kırk şekilde tezahürü vardır. En yücesi ise, gözlerin Allah için yaşarmasıdır.Evet, herkes, mânevî bakımdan canlanmayı ve iyi bir insan olmayı ister. Fakat basit gibi görünen iyi insan olmak bile bazen, kalbimizde meydana gelmesi gereken yangınların maddemizi yakıp kül etmesiyle ve uykusu az, yaşlı gözlerle mümkün olur.

Hüseyin Odabaşı